Zehirli | Konular | Kitaplar

MUCİZE NE DEMEKTİR?

İmam-ı Rabbani k.s.

Bize göre, (Mucize), Peygamber olduğunu söyliyen kimsenin, doğru söylediğini bildiren şeydir. Mucizenin şartları vardır:

1 - Allahın, mu'tâd sebepler olmadan yapmasıdır. Çünkü, Onun Peygamberini tasdik ettirecektir.

2 - Hârik-ul'âde olmalıdır. Âdet olan şeyler, meselâ güneşin hergün şarktan doğması, ilkbaharda çiçeklerin açması, mucize olmaz.

3 - Bunu, başkalarının yapamaması lâzımdır.

4 - Peygamber olduğunu bildiren kimsenin istediği zaman hâsıl olmalıdır.

5 - İstediğine uygun olmalıdır. Meselâ şu ölüyü dirilteceğim, deyince, başka hârika hâsıl olursa, meselâ dağ ikiye ayrılırsa, mucize olmaz.

6 - İsteyip de hâsıl olan mucize, kendisini yalanlamamalıdır. Meselâ, şu hayvan ile konuşacağım, deyince, hayvan (Bu yalancıdır) derse, mucize olmaz.

7 - Mucize, peygamber olduğunu söylemeden önce hâsıl olmamalıdır. Îsâ aleyhisselâmın beşikte konuşması, kuru ağaçtan tâze hurma isteyince, eline hurma gelmesi, Muhammed aleyhisselâm çocuk iken, göğsünün yarılıp, kalbinin yıkanıp temizlenmesi, başının üstünde bulut bulunması, ağaçların, taşların kendisine selâm vermeleri gibi, önceden hâsıl olan hârikalar, mucize değildi. Kerâmet idiler. Bunlara (İrhâs) denir. Peygamberliği kuvvetlendirmek içindirler. Bu kerâmetlerin Evliyâda da hâsıl olmaları câizdir. Peygamberler, peygamberlikleri kendilerine bildirilmeden önce, Evliyâ derecesinden aşağıda değildirler.

Kerâmetleri görülür. Mucize, peygamber olduğunu bildirdikten az zaman sonra hâsıl olabilir. Meselâ, bir ay sonra şöyle olur deyince, hâsıl olduğu zaman mucize olur. Fakat, hâsıl olmadan önce, onun peygamber olduğuna inanmak lâzım olmaz.

Mucizenin, Peygamberin doğru söylediğini göstermesi, yalnız aklın îcâbı değildir. Yâni bir işin, bunu bir yapanın bulunduğunu belli etmesi gibi değildir. Çünkü, aklın birşeyi, başka şeyin delîli, alâmeti olduğunu anlaması için, o iki şey arasında bir bağlantı bulunması lâzımdır. Delîl görülünce, bağlantısı bulunan şeyin varlığı anlaşılır. Başka şeyin varlığı anlaşılmaz. Mucize böyle değildir. Meselâ, göklerin parçalanması, yıldızların dağılmaları, dağların dağılıp toz olmaları, dünyanın sonu geldiği, kıyâmet kopacağı zaman olacaktır. O zaman Peygamber gönderilmek zamanı değildir. Bunlar, her Peygamberin haber vermiş oldukları mucizelerdir. Fakat, işitenlerin, bunların mucize olduklarını bilmeleri lâzım gelmez. Bir velîden hâsıl olan kerâmetin, Peygamber olduğunu söyliyen diğer kimse ile bağlılığı olmadığı hâlde, o Peygamber için mucize olması da böyledir. Buraya kadar bildirdiklerimizi, Seyyid Şerif Cürcânî hazretleri (Şerh-ı mevâkıf) kitabında uzun uzun yazmaktadır.

Âlimlerin çoğuna göre, mucize gösterirken, açıkça (Tehaddî) etmek, yâni, (Siz de yapınız! Yapamazsınız!) demek şart değil ise de, mucizenin mânasında tehaddî vardır. Kıyâmet hâllerinden ve ileride olacak şeylerden haber vermekte tehaddî olamıyacağı için, bunlar kâfirlere karşı mucize değildir. Müminler bu haberlerin mucize olduklarına inanırlar. Evliyânın kerâmetleri de, peygamberlik iddiâ etmedikleri için ve tehaddî bulunmadığı için, mucize olmazlar. Tehaddî bulunmıyan böyle hârika işlerin, peygamberlik iddiâ eden kimsenin doğruluğunu göstermemeleri, mucizelerin de göstermemesini Îcap ettirmez. Mucizeden beklenen de budur.

Suâl: Mucizelerin, peygamberlik iddiâ eden kimsenin doğru söylediğini isbât etmesi, hârika şeyler oldukları içindir. Bunu isbât etmekte mucizenin husûsî bir te'sîri var mıdır?

Cevap: İşin içyüzü böyle değildir. Mucizenin peygamberlik iddiâsının doğru olduğunu isbât etmesi, başkalarının bunu yapamadıkları içindir. Bu da, mucizenin husûsî te'sîri var demektir. Hattâ asl isbât eden budur.

Suâl: Seyyid Şerif Cürcânî hazretleri, (Mevâkıf) kitabını şerh ederken, (Nakil, yalnız başına delîl olmaz. Çünkü, Peygamber olduğunu söyliyenin doğru olmasına inanmak da lâzımdır. Bu da, aklın kabûl etmesi ile olur. Akıl, mucizeyi görünce, Peygamberin doğru söylediğine inanır) diyor. Cürcânînin bu sözü, mucizenin, Peygamberin doğru sözlü olduğunu göstermesinin akıl ile anlaşıldığını bildiriyor. Hâlbuki, biraz önce, akıl ile anlaşılmaz demişti. Bu iki sözü birbirini çürütmüyor mu?

Cevap: Yukarıdaki söz, doğru sözlü olduğunu gösteren mucizeyi aklın incelediğini bildiriyor. Mucizenin, doğru sözlü olmanın anlaşılmasını göstermesinde aklın te'sîri olup olmadığını bildirmiyor. Aklın te'sîri olduğunu söylediğini kabûl etsek bile, bu iş yalnız akıl ile anlaşılır demiyor. Aklın bu işte hiç te'sîri olmaz diyen kimse yoktur ki, sözlerin birbirlerini çürütmesi düşünülsün. Seyyid hazretleri naklî mucizeyi anlatırken öyle söylemiştir ki, orada böyle söylemek yakışır.

Mucizenin, Peygamberin doğru sözlü olduğuna delâlet etmesi, yâni göstermesi, işitmekle hâsıl olan inanmak da değildir. Tabî'î olan bir delâlettir. Yâni mucize görülünce, Allahü teâlâ, bunu görende, Peygamber olduğunu söyliyenin doğru sözlü olduğuna bilgi yaratmaktadır. Allahü teâlânın âdeti böyledir. Çünkü, yalancının mucize göstermesi mümkün ise de, vâkı' değildir. Peygamber olduğunu bildiren kimse, bir dağı havaya kaldırsa, (Bana inanırsanız, bu dağ yerine gider. İnanmazsanız, başınıza iner) dese, inanmak istediklerinde, dağın yerine doğru gittiğini, inanmamağı niyet ettiklerinde, üzerlerine doğru geldiğini görseler, bunun doğru sözlü olduğu âdet-i ilâhiyye olarak anlaşılır. Evet, böyle kesin mucizenin yalancıdan zuhûru aklen mümkün ise de, Allahü teâlânın âdeti değildir. Yâni hiç görülmemiştir. [Yalancının mucize göstermesini akıl kabûl eder. (Allah herşeye kâdirdir. Bunu da yapabilir) der. Aklın âdete uygun olmıyan bu hükmü, hattâ bu hükme uygun olayların nâdiren görülmesi, Allahü teâlânın âdeti olan olaylara olan bilgimize zarar vermez. Meselâ Deccâlın öldürmesi, diriltmesi, onun yalancı olduğuna olan bilgimizi değiştirmez. Nemrudun ateşinin İbrâhîm aleyhisselâmı yakmaması, Allahü teâlânın ateşe yakıcılık vermesi âdetini değiştirmez. Hâlbuki, aklın delîl ile edindiği bilgiye uymıyan olayın görülmesi, bu bilgiye zarar verir. ] Buna misâl olarak demişler ki, adamın biri, bir Pâdişâhın elçisi olduğunu söylemiş. Bana inanmıyorsanız, bu mektûbumu sultana götürün demiş. Mektûbda, (Senin elçin olduğum doğru ise, tahtından in, yerde otur!) demiş. Mektûbu sultana götürmüşler. Okuyunca, inip yere oturmuş. Görenler, bunun doğru söylediğine kesin olarak inanırlar. Bu inanış, bir şeyi görüp, bundan görmediği başka şeyi anlamak yâni (Gâibi şâhide kıyâs etmek) gibi değildir. Çünkü mucize, doğru sözlü olmayı kesinlikle bildirmektedir. Mu'tezile mezhebine göre, yalancının mucize göstermesi mümkün değildir.

Sihir ve benzeri şeyler, bazı şeylerin sebeplerini yaparak, o şeylerin meydana gelmelerini sağlamaktır. Bâzan da mevcut olmıyan şeyi, varmış gibi göstermektir ki, dışarda yok olduğu hâlde, vehmde ve hayâlde var görünür. Bunlar, hârika değildir.

BİRİNCİ MAKALE

Burada (Bi'set)i, yâni Peygamber gönderilmesini ve bunun lâzım olduğunu bildireceğiz. İnsan, yaratılışında herşeyden habersizdir. Hâlbuki, insanın dışındaki mahlûklar o kadar çoktur ki, Allahdan başka kimse bilmez. Böyle olduğunu, (Müddessir) sûresinin otuzbirinci âyeti bildirmektedir. Çocuk, (İdrâk) âletleri ile âlemleri anlamaya başlar. Mahlûkların her cinsine bir (Âlem) diyoruz. İnsanda ilk yaratılan idrâk âleti (Lems), dokunma hâssasıdır. İnsan, bu hâssası ile, soğuğu, sıcağı, yaşı, kuruyu, yumuşağı, katıyı ve benzerlerini idrâk eder, anlar. Lems hâssası renkleri, sesleri anlıyamaz. Bunları yok sanır. Sonra görme hâssası yaratılır. Bununla, renkler, şekller anlaşılır.

Bu âlem, yâni görmekle anlaşılan şeyler, lems âleminden, daha geniş, daha çoktur. Sonra, işitme hâssası açılır. Bu his organı ile sesler, nağmeler anlaşılır. Sonra (Zevk), yâni tat duyma hâssası yaratılır. Sonra, koku alma hâssası yaratılır. Böylece (His âlemi)ni tanıtan beş duygu kuvveti tamamlanır. Yedi yaşına doğru (Temyîz) kuvveti yaratılır. Bununla, his kuvvetleri ile anlaşılamıyan şeyler anlaşılır. Bu kuvvet, his kuvvetleri ile idrâk olunan, anlaşılan şeyleri birbirlerinden ayırır.

Daha sonra akıl yaratılır. Akıl, temyîz kuvveti ile ayrılmış, başka başka oldukları, faydalı, zararlı, iyi, fena oldukları anlaşılan şeylerden, lâzım, câiz, mümkün, muhal yâni imkânsız olanları ayırır. Akıl, temyîz ve his kuvvetlerinin anlıyamadığı şeyleri anlar. Allahü teâlâ, bazı seçtiği kullarında, akıldan sonra başka bir kuvvet daha yaratır. Bununla, aklın bilemediği, bulamadığı şeyler ve ilerde olacak şeyler anlaşılır. Buna (Nübüvvet) yâni peygamberlik kuvveti denir. Temyîz kuvveti, akıl ile anlaşılan şeyleri anlıyamadığı için, bunlara inanmıyor. Akıl da, peygamberlik kuvveti ile anlaşılan şeyleri anlıyamadığı için, bunların var olduklarına inanmıyor, inkâr ediyor. Anlamadığını inkâr etmek, anlamamanın, bilmemenin ifâdesi oluyor. Bunun gibi, kör olarak dünyaya gelen kimse, renkleri, şekilleri hiç işitmese, bunları bilmez. Varlıklarına inanmaz. Allahü teâlâ, Nübüvvet kuvvetinin de bulunduğunu kullarına bildirmek için, bu kuvvetin benzeri olarak, insanlarda rü'yâyı yarattı. İnsan ilerde olacak şeyi, açıkça veya (Âlem-i misâl)deki şekli ile bazı rü'yâda görmektedir.

Rü'yâyı bilmeyen birine, (İnsan ölü gibi baygın düşüp, düşünce ve hislerinin hepsi gidince, aklın ermediği, gayb olan şeyleri görüyor) denilse, inanmaz. Böyle şeyin olamıyacağını isbâta kalkışarak, (İnsan etrâfını his kuvvetleri ile anlıyor. Bu kuvvetler bozulursa, birşey idrâk edemiyor. Hele hiç işlemedikleri zaman, hiçbirşeyi anlıyamaz) der. Böyle bozuk mantık yürütür. Akıl ile bilinen şeyleri his kuvvetleri anlıyamadıkları gibi, Nübüvvet kuvveti ile bilinen şeyleri akıl anlıyamıyor.

Peygamberlik kuvvetinin bulunduğunda şüphesi olanlar, bunun mümkün olmasında veya mümkün ise de, vâkı' olmasında şüphe ediyorlar. Bunun mevcut ve vâkı' olması, mümkün olduğunu göstermektedir. Bunun mevcut olduğunu da, Peygamberlerin, aklın ermediği bilgileri haber vermeleri göstermektedir. Akıl ile, hesap ile, tecrübe ile anlaşılamıyan bu bilgiler, ancak Allahü teâlânın (İlhâm) etmesi ile, yâni Peygamberlik kuvveti ile anlaşılmıştır. Peygamberlik kuvvetinin bundan başka özellikleri de vardır. Bir özelliğinin benzeri olan rü'yâ, insanlarda bulunduğu için, biz de, misâl olarak bunu bildirdik. Başka özellikleri, tasavvuf yolunda çalışanlarda zevk yolu ile hâsıl olur. Bildirdiğimiz bu özellik de, peygamberliğe inandırmak için vesika olarak yetişir. İmâm-ı Muhammed Gazâlî de, (El-münkız-ü anid-dalâl) kitabında peygamberliğe inandırmak için, vesika olarak bu özelliği yazmıştır.

Eski yunan felsefecilerine göre, peygamberliğe inanmak faydalıdır. (Çünkü, akla yardımcıdır. Allahın varlığını ve kuvvetini, ilmini düşünmek böyledir. Aklın ermediği, nice faydalı şeyler de, Peygamberden öğrenilir. Tekrar dirilmek ve âhiret bilgileri ve bazı işlerin iyi olduklarının bilinmesi ve bazılarının fena olarak bilinmesi, bazı gıdâların, ilâcların zararlı olup olmadıklarının bilinmesi böyledir) derler.


Peygamberliğe inanmıyanlar diyorlar ki:

1 - Peygamber olarak gönderilen kimsenin, (Seni Peygamber olarak gönderdim. Benim tarafımdan kullarıma söyle!) diyenin Allah olduğunu bilmesi lâzımdır. Allahı tanımak, bilmek için ise, bir yol yoktur. Bu sözü söyliyen cin olabilir. Din sahiplerinin hepsi, cinnin varlığına inanmaktadır.

Cevap: Gönderilen kimse, gönderilmiş olduğunu mucize ile isbât etmektedir. Mucizeyi yapan Allahdır. Cin yapamaz. Hiçbir mahlûk da yapamaz.

2 - Peygambere (Vahy) getiren melek, cism ise, orada bulunanların hepsine görünmesi lâzımdır. Görülmediğini siz de söylüyorsunuz. Cism değilse, ruh ise, bunun söylemesi ve işitilmesi olamaz. Eğer cevap olarak, (Peygambere Allahü teâlâdan vahy getiren melek cismdir. Allahü teâlâ, bunun görünmemesini istemektedir. Göstermemeye de kâdirdir) derseniz, önümüzdeki dağı görmememiz ve yanımızda çalan davulun sesini işitmememiz lâzım gelir. Bu ise, safsatadır.

Cevap: Vahyi getiren melektir. Melek, latîf, şeffâf cismdir. Renksiz olan şeffâf cismlerin görülmesi Allahü teâlânın âdeti değildir. Hava, cismdir. Fakat, şeffâf ve renksiz olduğu için görülmemektedir. Katı cismler görülmez deseydik, o zaman safsata olurdu. Ruhların, görünür cism hâlini alarak söylemesi ve bunun işitilmesi mümkindir ve çok vâkı' olmuştur.

3 - Peygambere inanmak için, Onun peygamber olduğunu anlamak lâzımdır. Bu da, uzun zaman incelemekle olabilir. Peygamberi hemen tasdik etmek mecbûriyeti abes olur.

Cevap: Peygamberin hârikalarını, mucizelerini görüp de, doğru söylediğini anlamamak olamaz. Bunları görenlerin ve işitenlerin, hemen anlayıp inanmaları lâzımdır.

4 - Peygamberin, faydalı şeyleri emretmesi, zararlı şeyleri yasak etmesi vazîfesidir. Bu ise, doğru birşey değildir. Çünkü, bu iş, kulları cebr etmek, zorlamak olur. (Kulun işini Allah yaratır. Kulun bu işte te'sîri olmaz) diyorsunuz. Kulu, elinde olmıyan bir işi yapmaya zorlamak olur.

Cevap: Kulun kudreti, işin yaratılmasına te'sîr etmez ise de, yapılmasını istemek ve işin sebeplerini hazırlamak kulun elindedir. Buna (Kesb) denir. Kula, kesb etmesi için emrolundu. Böyle emrolunması doğrudur.

5 - Kul, emri yapmak için yorulacaktır. Yapmazsa, kendisine azâb yapılacaktır. Bunun ikisi de kula zararlıdır. Allahü teâlâ, hakîmdir. Zararlı iş yapmaz.

Cevap: Buna karşılık deriz ki, emirlerin hepsi dünya için ve âhıret için faydalıdırlar. Faydaları, yapılmalarındaki yorgunluktan katkat çoktur. Az bir yorgunluktan kurtulmak için, bu faydaları elden kaçırmak akla uygun değildir.

6 - Emrin yapılmasındaki yorgunluk karşılığı bir fayda olmazsa, bu emri vermek abes olur. Faydası varsa, fakat hepsi Allaha yararsa, Allahü teâlâ, kullarına muhtaç demek olur. Bu da doğru değildir. Faydası insana ise, faydalı şeyi emredip, bunu yapmıyana azâb etmek de, akla uygun değildir. Çünkü, bu emr, kendine faydalı olan şeyi yap! Yapmazsan, sonsuz olarak canını yakarım demektir.

Cevap: Aklın güzel, çirkin, abes demesi, her zaman doğru olmaz. Allahü teâlânın her işinin faydalı olması lâzımdır, demek de doğru değildir. Bunu ileride isbât edeceğiz. Sonsuz azâb yapılması, fayda elde edilmediği için değildir. Sahibinin, yaratıcısının emrini yapmadığı içindir. Emrini yapmamak, ona ihânet, horlamak, kıymet vermemek olur.

7 - Allahü teâlâ, kulunun yapamıyacağını, kendine faydalı olan şeyi yapmak istemiyeceğini bildiği hâlde, niçin bunu yapmasını emrediyor? Bu emr, kuluna zararlı, çirkin olmaz mı?

Cevap: Bu emir kuluna zarar olur desek bile, çok faydalara kavuşmak için, ufak zarara katlanmak lâzım olduğunu yukarıda bildirdik. Müslümanların, yetmişiki sapık fırkasından (Mu'tezile) ismindeki fırkada olanlara göre, kâfire yapılan teklîfte, yâni emir ve yasakları bildirmekte de fayda vardır. Bu fayda, onu sevap kazanmaya sevktir. Çünkü sevap, teklîf olunan kimsenin emirleri yapmasından hâsıl olan faydadır. Teklîfin faydası değildir. Bir kimse, gelmiyeceğini iyi bildiği hâlde, birini yemeye dâvet eder. Böylece cömerd ve iyilik sever olduğunu göstermek ister. Çağırmasa, bu arzusunu gösterememiş olur. Burada, müslüman fikir adamlarının sözlerini bildirmeyi faydalı görüyorum:

Allahü teâlâ, insanları zayıf ve muhtaç yarattı. Giyecek, yiyecek, barınacak, düşmandan korunmak gibi ve daha nice şeylere muhtaçdırlar. Bir kimse, kendi ihtiyaçlarını yalnızca hazırlıyamaz. Buna ömrü yetişmez. İnsanların ortaklaşa çalışmaları, birlikte yaşamaları lâzımdır. Biri yaptığı âleti başkasına verir. Ondan, kendine lâzım olan başka birşey alır. Bu ortaklık ihtiyacına, (İnsan medenî olarak yaratılmıştır) denir. Medenî, yâni birlikte yaşayabilmek için, adalet lâzımdır. Çünkü herkes muhtaç olduğuna kavuşmak ister. Bu arzuya, (Şehvet) denir. Arzu ettiğini başkası alırsa, alana kızar. Aralarında çekişme, zulüm, işkence başlar. Topluluk parçalanır. Toplulukta, alışverişi düzenlemek, adaleti sağlamak için, çok şey bilmek lâzımdır. Bu bilgiler, birer kanûndur. Bunların en âdil olarak bildirilmesi lâzımdır. Bunları hazırlamakta da anlaşamazlarsa, yine karışıklık olur. Bunun için, insanların üstünde bir âdil varlığın hazırlaması lâzımdır. Bunun teklîflerine uyulması için, güçlü kuvvetli olması ve teklîflerin ondan geldiğinin anlaşılması lâzımdır. Bunu anlatan, inandıran da, ancak mucizelerdir. Kendi zevklerine, şehvetlerine düşkün olanlar ve kendilerini başkalarından üstün görenler, islâmiyetin ahkâmını beğenmezler. Bu ahkâma uymak istemezler.

Başkalarının haklarına saldırır, günah işlerler. İslâmiyete uyana sevap, uymıyana azâb olacağı bildirilince, islâmiyetin düzeni kuvvetli olur. Bunun için, ahkâmı koyanın, cezâyı verecek olanın tanınması lâzımdır. Bunun için de, ibâdet yapılması emrolundu. Hergün ibâdet yaparak, O hâtırlanır. İbâdet, Onun varlığını ve Peygamberini ve âhiretteki nîmetleri ve azâbları tasdik etmekle, inanmakla başlar.

Bunlara inanmakla ve ibâdetleri yapmakla, üç şey hâsıl olur: Birincisi, insan, şehvetine uymaktan kurtulur. Kalb, ruh temizlenir. Gazab edilmez, yâni öfkelenilmez. Şehvet ve gazab, yaratanı hâtırlamaya mani olurlar. İkincisi, insanda, maddeler üzerinde yapılan tecrübeler ile ve his organları ile hâsıl olan bilgilerle ilgisi olmıyan başka bilgiler, zevkler hâsıl olur. Üçüncüsü, iyilere nîmetler, kötülük yapanlara azâb yapılacağı düşünülünce, insanlar arasında adalet hâsıl olur. Buraya kadar bildirdiğimiz, müslüman fikir adamlarının bu sözleri, Mu'tezilenin (Teklîf yapılmasının lâzım olduğu akla uygundur) sözlerine benzemektedir.

8 - Allahü teâlâ, teklîf ettiği işin yapılmasını ezelde takdîr etti ise, bu teklîf, çirkin, abes olur. Akla uygun değildir. Yapılması mukadder, muhakkak olan işin yapılmasını teklîf etmek, faydasız bir teklîf olur. Yapılması ezelde takdîr edilmemiş işi yapmağı teklîf etmek ise, işkence olur. Olmıyacak şeyi yap demek olur.

Cevap: İnsanda işi yapmak gücü bulunduğu için, bunu emretmek işkence olmaz. Allahü teâlânın bütün teklîfleri, insanın gücünün yettiği şeylerdir. Bu suâl, Allahü teâlânın yaratması için sorulsaydı, Ona verilecek cevap ne ise, insanlara yapılan teklîf için vereceğimiz cevap da öyledir. Yâni, Allahü teâlâ, ezelde yaratılması takdîr edilen işi yaratmaya mecbûrdur denilemez. Yaratılması takdîr edilmemiş işi yaratmaktan âcizdir de denilemez.

9 - Bedene güc gelen şeylerin teklîf edilmesi, insanın Allahü teâlânın varlığını düşünmesine, anlamasına mani olur. Birçok şeylerin yapılmasına da vakit bırakmaz.

Cevap: Teklîflerin faydası, Allahü teâlânın varlığını düşünmeği, bunu anlamağı sağlamak ve hayatı düzene koymaktır. Bunu yedinci cevapta uzun bildirdik.

[Teklîflere inanmak, yâni emirlerin yapılması lâzım geldiğine ve yasaklardan sakınmak lâzım geldiğine inanmak, îmanın şartıdır. Teklîflerin çoğuna inanıp da, yalnız birine inanmıyan, buna uymak istemiyen, Muhammed aleyhisselâma inanmamış olur. Kâfir olur. Müslüman olmak için, teklîflerin hepsine inanmak lâzımdır. Bir müslüman, teklîflere inandığı hâlde, bunlara uymazsa, meselâ, tenbellik ederek, namaz kılmazsa; kötü arkadaşa ve nefsine uyarak, alkollü içki içerse, kadın ve kız, kolu, başı açık sokağa çıkarsa, îmanı gitmez, kâfir olmaz. Günah işlemiş, âsî müslümandır. Teklîflerden birine bile uymak istemezse, yâni beğenmez, vazîfe olduğuna önem vermez ise, hafîf görürse, îmanı gider. (Mürted) olur. (Namaz kılmıyorsam, açık geziyorsam ne çıkar? Sen kalbe bak. Kalbim temizdir) demek. Yâhut, (önce ekmek parası kazanmak, herkese iyilik etmek. Sonra namaz) gibi sözler, teklîflerin bir kısmını beğenip bir kısmını beğenmemektir. Her müslümanın bu inceliğe dikkat etmesi, teklîflere uymıyanların, îmanlarının gitmemesi için uyanık olmaları lâzımdır. Teklîfe uymamak başkadır. Uymak istememek başkadır. Bu ikisini karıştırmamalıdır!]

10 - Akıl, faydalı olduğunu anladığı şeyi yapar. Zararlı bildiği şeyi yapmaz. Faydalı veya zararlı olduğunu anlıyamadığını da, ihtiyaç olunca yapar. Aklın bu hizmeti varken, Peygamber gönderilmesine lüzûm olmaz.

Cevap: Aklın anlıyamadığı veya yanlış anladığı çok şey vardır ki, bunları Peygamber bildirir. Peygamber, mütehassıs bir tabîb gibidir. İlâcların te'sîrlerini iyi bilir. Halk arasında, akla dayanarak, uzun tecrübelerle bazı ilâcların te'sîri bilinirse de, akıl sahibi kimseler, bunu bilinceye kadar tehlike ve zararlara düşer. Bunları bilmeleri için, yorucu, uzun zaman lâzım olur. Aklını, başka lüzûmlu işleri yapmak için kullanmaya vakit kalmaz. Tabîbe az birşey vermekle ilâcların faydalarına kavuşurlar. Hastalıktan kurtulurlar. Peygambere lüzûm yoktur demek, tabîbe lüzûm yoktur, demeye benzer. Peygamberin bildirdikleri teklîfler, Allahü teâlâdan vahy olduğu için, hepsi doğrudur. Hepsi faydalıdır. Tabîbin bilgileri, düşünce ve tecrîbe ile olduğu için, hepsinin doğru olduğu söylenilemez.


11 - Mucizenin varlığı kabûl edilemez. Âdetin dışında şaşılacak şey olduğu için, aklın kabûl edeceği birşey değildir. Bunun için, peygamberlik de, akla uygun birşey değildir.

Cevap: Yerlerin, göklerin yoktan var edilmesi, mucizeden daha çok şaşılacak şeydir. Bazı şeylerin tabî'at kanûnlarının dışında hâsıl olamaması, bu kanûnların dışında, hârika şeylerin hâsıl olamıyacağını bildirmez. Peygamberlerden ve Evliyâdan, asırlar boyunca hârikalar hâsıl olmuştur. Aklı olan, bu olayları inkâr edemez. Mucize, Peygamberin doğru söylediğini göstermek içindir. Mucizenin hârika olması lâzımdır. Tabî'at kanûnlarına uygun olarak yapılan şey, mucize olmaz.

12 - Mucize, Peygamberin doğru söylediğini gösteremez. Çünkü, mucizeyi Allah mı yaratıyor, yoksa Peygamber kendisi mi yapıyor, belli değildir. Sihir de, hârika iştir. Sihre, tılsıma siz de inanıyorsunuz.

Cevap: Aklın çeşidli ihtimaller ileri sürmesi, yâni hipotez [Faraziye] ve teori [Nazariyye]ler, his organları ile veya tecrübe ile hâsıl olan bilgiyi çürütmez. Belli bir cismin hâsıl olması, bunun yokluğunu düşünmemize mani olmaz. Herşeyin var olmasına te'sîr eden yalnız Allahü teâlâdır. Bunu yukarıda bildirdik. Yâni mucizeyi yaratan Allahü teâlâdır. Peygamber değildir. Sihir, tılsım, başkaları yapamasa da, denizin yarılması, ölünün dirilmesi, körün gözlerinin açılması, tabîbin Ümit kalmadı dediği hastanın iyi olması gibi, hârika şeyler değildirler. Bunun için, hârika olan mucize ile karıştırılmazlar.

13 - Mucizenin varlığı, yâ görmekle veya tevâtür hâlindeki haberleri, yâni gören çok kimsenin söylediklerini işitmekle olur. Haber tevâtür olsa da, ilim olamaz. Bunun için, mucizeyi görmiyenler, Peygamberi bilmezler. Çünkü, tevâtürle yâni çoğunlukla haber verenler arasında yalancı bulunabilir.

Cevap: Dünya işlerinin çoğunda, tevâtür ile [yâni çok kimsenin haber vermesi ile] gelen haberlere inanılmaktadır. Meselâ, herkes Delhi şehrinin bulunduğuna, yer küresinin aydan büyük, güneşten küçük olduğuna ve meselâ Fatih sultan Muhammedin İstanbulu rumlardan aldığına, işitmekle inanmaktadırlar.

14 - Dinleri inceledik. Akla ve fenne uymıyan şeyler bulduk. Bundan da, Allah tarafından gönderilmiş olmadıklarını anladık. Meselâ hayvan kesmek, yimek için, onun canını yakmanın câiz olması böyledir. Belli zamanlarda oruç tutmak, yâni yimenin içmenin yasak edilmesi, bazı lezzetli gıdâları yimenin, içmenin yasak edilmesi, bazı yerleri ziyâret için, sıkıntılı yolculukların emredilmesi, deliler ve çocuklar gibi sa'y ve tavâf yapılması, hedefsiz taş atılması, kıymetsiz bir taşın öpülmesi, hür çirkin kadına bakmanın haram, güzel câriyelere bakmanın câiz olması bunlardandır.

Cevap: Akıl, iyiyi, kötüyü anlıyabilirse de ve Allahü teâlânın, kullarına faydalı olan şeyleri emretmesi lâzımdır desek bile, aklın suâlde bildirilen şeylerin faydalarını anlıyamadığı meydandadır. Aklın anlıyamaması, faydasız olduğunu göstermez. Bu faydaları, Allahü teâlâ bildiği için emretmiştir. Aklın anlıyamadığı çok şey vardır ki, bunların Peygamberlik kuvveti ile anlaşıldığı yukarıda bildirildi. İkinci makalenin baş tarafında, bunu daha açıklıyacağız.

Hak tecellî eyleyince, her işi âsân eder.

Halk eder esbâbını, bir lahzada ihsân eder


Konular