Zehirli | Konular | Kitaplar

Kandiller,Üçaylar Ve Diğer Bazı Hususlarda Bir Açıklama

BEYAN - Mayıs-Haziran 1999


I- Kandil geceleri

Yeni Şafak gazetesinde yayımlanan "Üç Aylar ve Faziletleri Üzerine" başlıklı yazısında Prof. Dr. Süleyman Ateş, Receb ve Şa'ban aylarında oruç konusunda Hz. Peygamber (s.a.v)'in tutumunu belirttikten sonra sözü kandil gecelerine getirmekte ve şöyle demektedir: "Üç ay ardı ardına oruç tutmak veya Kandil geceleri adıyla Receb ve Şa'ban ayalarının bazı gecelerini kutlamak sünnet olmadığına göre bid'attir. Kadir gecesi dışında Hz. Peygamber'in herhangi bir geceyi diğerlerinden farklı biçimde kutladığı hakkında herhangi bir rivayet yoktur. (...) Kadir Gecesi dışındaki Kandil geceleri, Hz. Peygamber'den hayli zaman sonra bazı zahidlerin uygulamalarıyla gelenek haline gelmiştir."

Ancak Ateş'in burada bir çelişkiye düştüğü görülmektedir. Zira yukarıya aldığımız cümlelerden önce, Şa'ban ayının 15. gecesi (Berât gecesi) hakkında Hz. Ali (r.a)'den gelen bir rivayeti aktarmış ve hakkında herhangi birşey söylememiş, sadece sözünü ettiğimiz hadisten sonra şöyle demiştir: "Hz. Aişe'den Peygamber'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Yüce Allah, Şa'bân'ın orta gecesinde en yakın göğe iner; Kelb kabîlesi koyunlarının tüylerinin sayısından daha çok kimseyi affeder." Senedi zayıf olan bu rivayet, dinde kanıt olamaz."


Ateş'in bu ifadesi, bu hadisten önce yer verdiği ve hakkında kanaat belirtmediği hadisin sıhhatine kail bulunduğu izlenimini vermektedir. Nitekim yazısının bir yerinde de, "Şa'ban'ın orta gecesi namazı hakkında çeşitli bölgelerde yayılan rivayetlerin hepsi batıldır. Fakat bu, Tirmizî'nin, Hz. Aişe'den rivayet ettiği (...) hadise zarar vermez. Çünkü uydurma olan, o gecenin fazileti değil, o gece kılınacak özel namazdır" demektedir. Eğer bu gecenin fazileti uydurma değilse, Ateş'in "Kandil geceleri adıyla Receb ve Şa'ban ayalarının bazı gecelerini kutlamak sünnet olmadığına göre bid'attir" ve "Kadir Gecesi dışındaki Kandil geceleri, Hz. Peygamber'den hayli zaman sonra bazı zahidlerin uygulamalarıyla gelenek haline gelmiştir" şeklindeki sözleri ile bu tavrının birbirini nakzettiğini söylemek zorundayız. Çünkü hakkında Ateş'in herhangi birşey söylemediği bu rivayete göre "fazileti uydurma olmayan" Berât gecesini ibadetle, bu geceyi izleyen günü de oruçla ihya etmek bizzat Hz. Peygamber (s.a.v)'in teşviki ettiği bir davranış olmaktadır. Dolayısıyla Ateş'in, "Bunlar içinde tek doğru Kandil, Kadir Gecesi'dir" diyerek, faziletinin uydurma olmadığını belirttiği Berât gecesinin "yanlış kandil" olduğunu ima etmesi bir tenakuzdur.

II- Nafile Oruçlar

Ateş, "Peygamber'in nâfile oruçları" arabaşlığı altında da şunları söylemektedir: "Peygamber (s.a.v) haftanın Pazartesi, Perşembe günleri oruç tuttuğu; Ebû Ya'lâ'nın çıkarımına göre ise "Çarşamba ve Perşembe günleri oruç tutana cehennemden berâet kararı yazılır" dediği; Müslim ve Nesâî'nin çıkarımlarına göre de diğer günleri bırakıp sadece Cuma gecesini ihyâ etmek olsa, Peygamber'in haftanın bütün günlerini oruca ayırması gerekir. Çünkü Pazartesi, Perşembe, Cuma, Cumartesi, Pazar ve her ay, dolunay zamanından üç gün oruç tutmuş ise geriye oruç tutmadığı gün kalmıyor ki, Peygamber (s.a.v) her ay, zaman zaman oruç tutmuştur ama öyle sanıldığı gibi her Pazartesi veya Perşembe mutlaka oruç tutmak değildir."

Ateş'e mi, yoksa gazetenin dizgi servisine mi ait olduğunu bilemediğimiz cümle bozuklukları bir yana, burada nafile oruç konusunda Hz. Peygamber (s.a.v)'den rivayetler konusunda bir kafa karışıklığı olduğu göze çarpmaktadır.

Her şeyden önce burada Ateş'in, andığı nafile oruçların yer aldığı rivayetlerin sıhhati hakkında herhangi bir görüş belirtmediğini müşahede ediyoruz. Eğer bu konudaki rivayetler Ateş nazarında sahih olmasaydı, yazısının başında birtakım rivayetler hakkında yaptığı gibi bunların da zayıf/güvenilmez olduğunu vurgulaması beklenirdi. Ancak Ateş burada –sahih kabul ettiğini varsaydığımız– söz konusu hadislerin sıhhat/zaaf tesbitinden sonra sahih olanların arasını telif etmeyi denemekten ve hepsini bir arada değerlendirmenin mümkün yollarını aramaktansa, meseleyi muallakta bırakmakta ve "Peygamber (s.a.v) her ay, zaman zaman oruç tutmuştur ama öyle sanıldığı gibi her Pazartesi veya Perşembe mutlaka oruç tutmak (tutmuş ?) değildir" demektedir.

A- Evvela şunu belirtelim ki, dolunay zamanı, bir gün öncesinden başlayarak bir gün sonrasına kadar üç gün oruç tutma konusundaki rivayetler, Hz. Peygamber (s.a.v)'in "uygulaması" değil, başkalarına "tavsiyesi"dir. Nitekim Ebû Hureyre ve Ebû Zerr (r.anhuma) kanalıyla gelen bu rivayetlerde, Hz. Peygamber (s.a.v)'in bu orucu kendilerine tavsiye ettiği açıkça belirtilmektedir.[2]

B- Ebû Ya'lâ'nın rivayet ettiği hadise gelince[3] bu hadis zayıftır. Çünkü senedindeki Ebû Bekir b. Ebî Meryem el-Ğassânî, rivayetiyle ihticac edilemeyecek derecede zayıf bir ravidir.[4]

Ayrıca, lafızları değişik olsa da Çarşamba ve Perşembe günleri tutulan orucun fazileti konusunda el-Beyhakî de İbn Abbâs (r.a)'tan bir hadis aktarmış, ancak yine bizzat kendisi bunun zayıf olduğunu söylemiştir.[5]

Şu halde bu hadis, Pazartesi ve Perşembe günlerinde nafile oruç tutmanın faziletini bildiren sahih rivayetlerle muaraza teşkil edecek güçte olmadığı için konumuz açısından problem teşkil edebilecek durumda değildir.

Esasen –belirttiğimiz zaafıyla birlikte– tıpkı A maddesindeki hadis gibi bu hadiste de Hz. Peygamber (s.a.v)'in bir fiili olarak Çarşamba günü oruç tuttuğu belirtilmemekte, Çarşamba ve Perşembe günleri oruç tutmanın sevabı anlatılmaktadır.

Keza Çarşamba gününü, Perşembe ve Cuma günü ile birlikte oruçlu geçirmenin fazileti hakkında Hz. Aişe, Enes b. Mâlik, İbn Abbas, İbn Ömer ve Ebû Umâme (r.anhum)'den rivayet edilmiş bazı hadisler de vardır.

Bunların içinden Hz. Enes (r.a) rivayeti olarak nakledilenlerden biri hakkında el-Beyhakî'nin kanaatini yukarıda zikretmiştik. Diğer Enes (r.a) rivayetleri için de el-Beyhakî, "Bundan daha zayıftırlar" ifadesini kullanır.[6] Ebû Umâme (r.a) rivayetini ise et-Taberânî zikretmiştir.[7] Ancak bu rivayetin senedindeki Sâlih b. Cebele zayıf bir ravidir.[8] Aynı zat, İbn Abbas (r.a) rivayetinin de ravisi olarak karşımıza çıkmaktadır.[9] Dolayısıyla o rivayet de zayıftır. İbn Ömer (r.a) rivayetini de et-Taberânî aktarmıştır.[10] Ancak senedindeki Ebû Hâzim Muhammed b. Kays el-Medenî'nin kim olduğu konusunda el-Heysemî herhangi bir bilgiye rastlamadığını belirtmektedir.[11] Dolayısıyla bu zattaki cehalet vasfı (kim olduğu ve durumu hakkındaki belirsizlik) ortadan kalkmadıkça, bu rivayete güvenmemiz söz konusu olamaz. Hz. Aişe (r.anha) rivayetine gelince, et-Tirmizî tarafından şu lafızlarla tahriç edilmiştir: "Hz. Peygamber (s.a.v) bir ay Cumartesi, Pazar ve Pazartesi, öbür ay Salı, Çarşamba ve Perşembe günleri oruç tutardı."[12] et-Tirmizî bu hadisin hasen olduğunu söyler.

C- Cuma günü orucuna gelince, her ne kadar Ateş burada "Cuma günü oruç tutma"yı değil, "Cuma gecesini ihya etme"yi bahse konu yapmakta ise de, biz meselenin bütün boyutlarıyla kavranması bakımından bir nebze de bu nokta üzerinde duralım:

Birtakım rivayetlerde Hz. Peygamber (s.a.v)'in, Cuma gününü nadiren oruçlu geçirdiği nakledilmiştir.[13] Ancak aynı konuda Hz. Peygamber (s.a.v)'den gelen ve orucu sadece Cuma gününe tahsis etmeyi yasaklayan rivayetler[14] bunlarla birlikte değerlendirildiğinde konu aydınlanmakta ve nehy bildiren rivayetlerin, tek başına Cuma günü oruç tutmaya yönelik olduğu, diğerlerinin ise, Cuma'dan bir gün önce veya sonra da oruç tutmak şartıyla Cuma gününün oruçlu geçirilmesine izin verildiğini anlattığı ortaya çıkmaktadır.

D- Pazartesi ve Perşembe oruçları hakkındaki rivayetlerin sıhhatinde kuşku yoktur. Bu rivayetleri Müslim, Ebû Dâvûd, et-Tirmizî, en-Nesâî ve daha başkaları aktarmışlardır.[15]

Bütün bu rivayetler –aralarında zayıf bulunmuş olanlar da dahil olmak üzere– Ateş'in anladığı gibi Hz. Peygamber (s.a.v)'in, belirtilen zamanların tümünde birden oruç tuttuğunu anlatıyor değildir. Bunlar, Hz. peygamber (s.a.v)'in, senenin günleri içinde –birinde olmazsa öbüründe– oruçlu olmaya dikkat ettiği zaman dilimleridir. Nitekim Hz. Aişe (r.anha)'ye Hz. Peygamber (s.a.v)'in belli günleri oruca tahsis edip etmediği sorulunca şöyle demiştir: "Hayır! Ama O'nun ameli devamlı idi."[16] Yine Hz. Aişe (r.anha)'ye Hz. Peygamber (s.a.v)'in, her ay üç gün oruç tutup tutmadığı sorulunca "Evet" demiş, ayın hangi günlerinde oruç tuttuğu sorulunca, "Ayın hangi günlerinde oruç tutacağına ehemmiyet vermezdi" cevabını vermiştir.[17] Nihayet yine Hz. Aişe (r.anha) validemizin şu tesbiti de meseleyi, fazla söze hacet bırakmayacak kadar güzel özetlemektedir: "Allah'a yemin olsun ki O, vefat edene kadar Ramazan'dan başka malum bir ay (tam olarak) oruç tutmadı. Ama hiçbir ayı da, ondan oruç payını almadan tamamiyle oruçsuz geçirmedi."[18]

III- Müşriklere/Ehl-i Kitab'a muhalefet

Ateş bu konuda da şöyle demektedir: "Ayrıca onun sırf müşriklere muhalefet için Cumartesi ve Pazar günleri oruç tuttuğunu söylemesi de onun dininin ruhuna uygun değildir. Çünkü onun dini birilerine mutlaka muhalefet üzerine değil, temelde barış ve muvafakat üzerine kurulmuştur. Muhalefet ancak tevhîde aykırı şeylerde olur. Tevhîdin özü olan ibadette neden muhalefet olsun? Dinin ruhu, herkesle ayrılığa düşüp kavga etmek değil, temel prensiplerde birleşip barış içinde olmaktır. Yani dinin ruhu muhalefet değil, muvafakattır. Ayrıca Cumartesi Pazar müşriklerin değil, Kitap Ehli'nin (Yahûdî ve Hıristiyanlar'ın) tatil (bayram) günüdür. Peygamber (s.a.v), kendisine özel vahiy gelmeyen hususlarda Kitap Ehli'ne muhalefet değil, muvafakat ederdi. Medine'ye hicret ettikleri zaman Yahûdîler'in Aşûrâ günü oruç tuttuklarını görünce kendisi de o gün oruç tutmuştur. Yine onlarla temelde din birliği içinde olduğunu belirtmek üzere onyedi ay, Kitap Ehli'nin kıblesi olan Kudüs'e doğru yönelip namaz kılmıştır. Çünkü Kur'an ona, kendisinden önceki peygamberlerin izinde gitmesini ve onların yasalarına uymasını emretmektedir: "İşte onlar, Allah'ın hidâyet ettiği kimselerdir. Onların yoluna uy." "Allah size (helal ve harâm olan şeyleri) açıklamak ve sizi, sizden öncekilerin yasalarına iletmek ve günâhlarınızı bağışlamak istiyor. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir."

Ateş'in, gayrimüslimlere muhalefet ve muvafakat hakkında burada söyledikleri bize şaşırtıcı gelmedi. Zira onun bu tavrını gerek tefsirini, gerekse diğer kitaplarını okuyanlar hatırlayacaktır.

Bu yazının hacmi, bu önemli konunun enine boyuna ele alınmasına uygun olmadığı için biz burada sadece Ateş'in değindiği hususlarla sınırlı birkaç şey söyleyeceğiz.[19]

A- Müşriklere ve Ehl-i Kitab'a muvafakat

Kur'an ve Sünnet'te, kâfirlere uymayı, onları dost edinmeyi, onlarla yakınlaşmayı yasaklayan yüzlerce ifade mevcuttur. Biz burada, Ateş'in gayet iyi bildiğini düşündüğümüz bu nassları zikrederek yazıyı uzatmak yerine, sadece burada görüşüne delil olarak ileri sürdüğü ayet ve hadisler üzerinde durmayı tercih edeceğiz.

Ateş'e göre Hz. Peygamber (s.a.v) Medine'ye hicret ettiği zaman Yahudiler'in Aşure günü oruç tuttuklarını görünce, kendisi de o gün oruç tutmuştur.

Oysa rivayetler, Aşure günü orucunun, cahiliye döneminden itibaren bilinen ve tutulan bir oruç olduğunu ortaya koymaktadır.[20] Hz. Aişe (r.anha) validemizin haber verdiğine göre Hz. peygamber (s.a.v) de bu orucu Hicret öncesi (Mekke'deyken) tutardı.[21]

Hicretten sonra ise Yahudiler'in bu orucu tuttuğunu görmüş, kendilerine bu gün niçin oruç tuttuklarını sormuş, onların, Allah'ın bu gün İsrailoğulları'nı düşmanlarından kurtardığını ve Hz. Musa (a.s)'nın da şükür mahiyetinde bu gün oruç tuttuğunu söylemeleri üzerine, "Biz Musa'ya sizden daha evlayız" buyurarak ashabına o gün oruç tutmalarını emir buyurmuştur. Hatta Yahudi ve Hristiyanlar'ın bu güne (Muharrem'in 10. gününe) gösterdikleri saygı ve tazim dolayısıyla Hz. Peygamber (s.a.v), "Eğer gelecek seneye kadar yaşarsam, mutlaka 9. gün tutarım" buyurmuştur.[22] Burada Ehl-i Kitab'a muhalefet kastı bulunduğu açıktır ve bütün bu rivayetler ortadayken Hz. Peygamber (s.a.v)'in Aşure orucunu Ehl-i Kitab'a muvafakat kastı ile tuttuğunu söylemek mümkün görünmemektedir.

Esasen Hz. Peygamber (s.a.v)'in "Biz Musa'ya sizden daha evlayız" şeklindeki beyanı Ehl-i Kitab'a değil, Hz. Musa (a.s)'ya muvafakat kastıyla Aşure orucunu ashabına emir buyurduğunu açıkça ifade etmektedir.

B- Kudüs'ün kıble edinilmesi

Ateş bu konuyu da Hz. Peygamber (s.a.v)'in Ehl-i Kitab'a muvafakat maksadıyla yaptığı uygulamalar arasında zikretmektedir.

Oysa "yüzünün göğe doğru çevrilip durmasına"[23] bakılırsa Hz. Peygamber (s.a.v)'in, "temelde din birliği içinde olduğu" Ehl-i Kitab'ın kıblesine yönelmekten ve dolayısıyla onlara "muvafakat" etmekten pek de hoşnut olmadığı anlaşılmaktadır. Hatta 2/el-Bakara, 144. ayeti, Hz. Peygamber (s.a.v)'in, –kendi isteğiyle ve muvafakat kastıyla olması şöyle dursun– kıble tayini konusunda vahiyle hareket ettiğini göstermesi bakımından üzerinde hassasiyetle durulması gereken bir ayettir. Zira eğer kıblenin tahvili konusunda Hz. Peygamber (s.a.v) ısrarla yüzünü göğe doğru çevirip, kıblenin Beyt-i Makdis'den başka bir tarafa çevrilmesi için vahiy beklemişse bu, kıblenin tahvili için vahiyden başka bir yol olmadığının en açık kanıtıdır. Dolayısıyla Kudüs'ün kıble olarak belirlenmesinin de Hz. Peygamber (s.a.v)'in kendi istek ve ihtiyarıyla değil, vahyin talimatıyla gerçekleştiğini söylemek durumundayız.[24]

Aksi halde Hz. Peygamber (s.a.v), Beyt-i Makdis'e kendi inisiyatifi ile yönelmiş ise, bu durumdan hoşnutsuzluk duyduğu andan sonra vahiy beklemez, yine kendi inisiyatifini kullanır ve Beyt-i Makdis'e yönelmeyi bırakarak Kâbe'ye yönelirdi.

Öte yandan Yahudiler ile Hristiyanlar'ın, aralarındaki ihtilaflardan dolayı birbirlerinin kıblesine uymadıkları Kur'an tarafından bildirilmiş[25] ve ATEŞ'in bizzat kendisi de Yahudiler'in Kudüs'e, Hristiyanlar'ın ise doğuya doğru yöneldiklerini söylemiş iken[26] Hz. Peygamber (s.a.v)'in, Hristiyanlar'ın kıblesine değil de Yahudiler'in kıblesine yönelmiş olması, Ehl-i Kitab'a muvafakat ile nasıl açıklanır, bu da ayrı bir soru...

Son bir nokta da, Hz. Peygamber (s.a.v)'in, 4/en-Nisa, 26 ve 6/el-En'âm, 90. ayetleriyle kendisinden önceki peygamberlerin izinden gitmekle emrolunmasının, Ateş tarafından –geçmiş peygamberlere değil– Ehl-i Kitab'a muvafakat olgusuyla nasıl bağdaştırılabildiği hususudur. Yoksa Ateş, bir taraftan Yahudiler'in şirke bulandığını söylerken[27] diğer taraftan, onlara muvafakatin geçmiş peygamberlere muvafakat ile aynı şey olduğunu mu ileri sürmektedir?..

IV- Miraç rivayetleri

Ateş'in, yazısında bu konuyla ilgili olarak söylediklerinin kritiğine geçmeden önce, bir temel çelişkisinin daha vurgulanması gerektiğine inanıyoruz.

Bahse konu yazısında Ateş, İsra ve Miraç hakkında şöyle demektedir: "Hz. Peygamber'in Mescid-i Aksâ'ya götürülmesine İsrâ, göklere yükseltilmesine Mi'râc denilir. İsrâ Kur'an ile, Mi'râc ise hadis rivayetleriyle sabittir."

Ne var ki Ateş, başka yerlerde, buradaki ifadeleri ile örtüşmeyen şeyler söylemektedir. Mesela tefsirinde Miraç hakkında özetle şöyle demektedir: "Bizim kanaatimize göre İsrâ ve Mi'râc, uyanık iken vuku bulmuş ruhani bir olaydır. İsrâ olayı bir defa olmuştur, fakat Mi'râc olayı birkaç kez vuku bulmuştur. Necm suresinde anlatılan olay ile İsrâ olayı birbirinden ayrı şeylerdir. Ama Mi'râc olayı da bu vizyonlar arasında birkaç kez vuku bulmuş olabilir. Çünkü bu müşahadelerle Peygamber'e, Rabb'inin bazı büyük ayetleri gösterilmiştir ki, işte bu Mi'râc demektir. Zira İsrâ olayını anlatan rivayetlerde geçen detaylar inanılması gereken şeyler değildir..."[28]

"Mi'râcın, bi'setten önce veya bi'setin ilk yıllarında vuku bulduğunu anlatan rivayetler de göz önünde tutulursa Mi'râc olayının da Tekvîr ve Necm sûrelerinde anlatılan görme olayları sıralarında vuku bulduğu kanısına varılabilir. Ama İsrâ olayı bu müşahedelerden ayrıdır ve bunlardan çok sonra Mekke devrinin ortalarında vuku bulmuştur."[29]

Bu ifadeler açıkça göstermektedir ki Ateş'e göre;

a- Miraç hadisesi, İsra ile ilintili değildir. İsra Miraç'dan daha sonra vuku bulmuştur.

b- Miraç'da göklere yükselme diye bir şey söz konusu değildir. Zira 53/en-Necm, 14. ayette zikri geçen "Sidre", ilk vahyin indiği yerde, Hira yanında bulunan çalı mahiyetindeki bir ağaçtır.[30] Sidre'nin yanında da "durulmaya değer bir bahçe" (Cennetu'l-Me'vâ) bulunması ve ruhani şeylerle kaplı olması, Hz. Peygamber'in kendisine mahsus bir görüştür. Bunun mahiyetini, mutlak mekânını, ağacın yükseklik ve genişliğini tespit etmemiz mümkün değildir.[31]

Bütün bunlardan sonra başa dönüp Mirac'ın Ateş tarafından yapılan tarifini tekrar okuyacak olursak, ortada açık bir çelişki bulunduğu daha kolay anlaşılacaktır. Ama bu görüşlerden hangisi doğrudur, hangisi yanlıştır, hangisi "nasih"tir ve hangisi "mensuh"tur, doğrusu bunu ancak Ateş'in kendisi izah edebilir...

Ateş'in Miraç konusundaki ifadeleri şöyle devam ediyor: "Fakat Mi'râc'ın vakti belli değildir. Buhârî'nin rivâyetine göre Mi'râc, Peygamber'in, henüz peygamberlik verilmezden önce gördüğü bir ru'yâ'dan ibarettir. Bu konuda başka rivâyetler varsa da omurgası, Buhârî rivâyetidir. Mi'râcın, Hz. Peygamber'in, henüz kendisine peygamberlik verilmezden önce Kâbe'nin yanında uyurken gördüğü bir rü'yâ olduğu rivayeti yanında, peygamberlikten 18 ay, yahut beş yıl, yahut yedi yıl, yahut on iki yıl sonra vukubulduğu rivâyetleri de vardır. Hadîsçiler'e göre Mi'râc'ın vaktini gösteren rivâyetler Hz. Peygamber'in kendi sözü değildir."

Şimdi bu ifadeleri numaralandırarak teker teker ele alalım:

1- "Buhârî'nin rivâyetine göre Mi'râc, Peygamber'in, henüz peygamberlik verilmezden önce gördüğü bir ru'yâ'dan ibarettir. Bu konuda başka rivâyetler varsa da omurgası, Buhârî rivâyetidir."

Bu satırları okuyan ve "Sahîhu'l-Buhârî"den habersiz olan bir kimse, tabii olarak şu kanıya varacaktır: Bu eserde konuyla ilgili olarak tek bir hadis vardır ve el-Buhârî bu hadiste, Miraç olayının, Hz. Peygamber (s.a.v)'e peygamberlik gelmeden daha önce vuku bulduğunu rivayet etmiştir.

Peki vakıa böyle midir? Bu soruya olumlu cevap vermek, adı geçen kaynaktan bir parça haberdar olan hiç kimse için mümkün değildir. el-Buhârî, Miraç olayı ile ilgili olarak "Sahih"inde pek çok yerde rivayet sevk etmiştir. "Kitab" ve "Bab"ları ile gösterecek olursak:

i- "Salât", Bâbu Keyfe Furidati's-Salavât...

ii- "Bed'u'l-Halk", Bâbu Zikri'l-Melâike...

iii- "Menâkıbu'l-Ensâr", Bâbu'l-Mi'râc.

iv- "Tevhîd", Bâbu Kavlihî "Ve Kellemallâhu Mûsâ Teklîmen."

Rivayetlerin, bölünerek veya ihtisar edilerek verildiği bazı yerler dışında, Miraç rivayetlerinin sevk edildiği esas "kitab" ve "bab"lar bunlardır ve buralarda yer alan rivayetler, lafız olarak birbirinin tıpatıp aynısı değildir.

O halde soralım: Bu rivayetlerden hangisi "omurga"dır?

Yine soralım: el-Buhârî, yukarıda zikrettiğimiz 4 yerden sadece birisinde (4. sırada zikrettiğimiz yerde ki, aşağıda ayrıca ele alınacaktır) Miraç hadisesinin başlangıcının, Hz. Peygamber (s.a.v)'e vahiy gelmeden önce ve "gözleri uykuda iken" vuku bulduğunu rivayet ettiği ve diğer rivayetlerde bu iki husus yer almadığı[32] halde "Buhârî'nin rivâyetine göre Mi'râc, Peygamber'in, henüz peygamberlik verilmezden önce gördüğü bir ru'yâ'dan ibarettir" demek ne kadar doğrudur?

Bir soru daha: Miraç ile ilgili rivayetler bugün Hadis kaynağı olarak elimizde bulunan temel musannefatın hemen tamamında mevcut iken, el-Buhârî rivayetlerinden sadece birisinin "konunun omurgası" olarak tesbit ve takdim edilmesinin nasıl bir dayanağı vardır?

Ve bir soru daha: Eğer Mirac'ın rüyadan ibaret olduğu konusunda el-Buhârî'deki işbu Şerîk b. Abdillah rivayetini temel kabul edeceksek, aynı rivayet içinde peygamberlerin gözleri uyusa da kalplerinin uyumadığını anlatan ifadeler, Miraç olayının mutlak bir rüyadan ibaret olduğunu söylememize engel teşkil etmeli değil midir?

2- "Mi'râcın, Hz. Peygamber'in, henüz kendisine peygamberlik verilmezden önce Kâbe'nin yanında uyurken gördüğü bir rü'yâ olduğu rivayeti yanında, peygamberlikten 18 ay, yahut beş yıl, yahut yedi yıl, yahut on iki yıl sonra vukubulduğu rivâyetleri de vardır."

Ateş'in zikrettiği ilk ihtimal (18 ay) hakkında Ateş'in kullandığı kaynakta[33] şu malumat verilmektedir: "Ebû Ömer (İbn Abdilberr) şöyle demiştir: "Siyer erbabından, (Ebû Bekir Muhammed b. Ali b. el-Kasım) ez-Zehebî'nin[34] hikâye ettiği bu görüşü benimseyen kimse bilmiyorum. ez-Zehebî, bu görüşünü, Siyer erbabından bu ilmin kendilerine nisbet edildiği kimselerden birine isnad etmiş ya da onlara karşı görüşüyle ihticac ettiği birisine kadar dayandırmış da değildir."[35]

Şu halde bu 18 ay rivayeti, kendisini kale almamızı gerektirecek bir önemi ve sağlamlığı haiz değildir.

İsra ve Miraç hadisesinin ne zaman meydana geldiği konusundaki bu ihtilafın sebebi, zaman tespitinin, farklı hareket noktalarından kalkılarak tayin edilmeye çalışılmasıdır. Mesela Hz. Hatice (r.anha) validemizin, Hz. Peygamber (s.a.v) ile birlikte namaz kıldığı vakıasından hareket edenler, "Beş vakit namaz Miraç'ta farz kılındığına ve Hz. Hatice validemiz de hicretten önce vefat ettiğine göre, İsra ve Mirac'ın, onun vefatından önce olması gerekir" demişlerdir. Dolayısıyla Hz. Hatice validemizin vefat tarihi konusundaki görüş ayrılıkları[36] bu olayın meydana geliş tarihi hakkında da farklı görüşler tevlid etmektedir.

Ancak namazın bi'setin başlangıcında ikişer rekât olmak üzere sabah ve akşam vakitleri farz olduğu, 5 vakit namazın ise Miraç'da farz kılındığı, dolayısıyla Hz. Hatice (r.anha)'nin kıldığı namazın, ikişer rekâtlik önceki namaz olması gerektiği söylenerek buna itiraz edilmiştir. Kanaatimizce bu itiraz yerinde kabul edilmelidir. Miraç hadisesinin hicretten üç yıl veya beş yıl gibi bir süre önce vuku bulduğunu söyleyenlerin dayanağı Hz. Hatice validemizin vefat tarihi konusundaki tesbitler olduğuna göre, Hz. Hatice validemizin Hz. Peygamber (s.a.v) ile birlikte kıldığı mamazın, Miraç'ta farz olan 5 vakit namaz olmadığı görüşünün esas alınması –ki Hz. Aişe (r.anha) validemiz bunu açıkça ifade etmiştir[37]– bu ihtilafların da ne ölçüde dikkate değer olduğunu ortaya koyacaktır.

Bir diğer hareket noktası da Hz. Peygamber (s.a.v)'e kaç yaşında peygamberlik verildiği konusuyla ilgili rivayetlerdir. Bu rivayetlerin bir kısmına göre Hz. Peygamber (s.a.v)'e, 40 yaşında peygamberlik verilmiştir.[38] Diğer bir kısım rivayetlere göre ise kendisine peygamberlik verildiği zaman Hz. Peygamber (s.a.v) 43 yaşında idi.[39] İsra ve Mirac'ın zamanı ile ilgili görüşler, Hz. Peygamber (s.a.v)'in peygamber olarak görevlendirildiği tarih esas alınarak ortaya konduğu için, bu tarihteki ihtilaflar ister istemez İsra ve Mirac'ın tarihine de yansımıştır.

Bütün bu açıklamalardan sonra kanaatimizce tercihe şayan görüş, İsra ve Mirac'ın, hicretten birbuçuk yıl önce olduğunu söyleyenlerin görüşüdür. Ay ve gün olarak da bu görüşe yaklaşık tarih bildirenlerin görüşlerinin birbirlerine uygunluk arettiğini söylemek mümkün görünmektedir.[40]

3- Ateş'in, "Buhârî'nin rivâyetine göre Mi'râc, Peygamber'in, henüz peygamberlik verilmezden önce gördüğü bir ru'yâ'dan ibarettir" şeklindeki iddiası, el-Buhârî'deki Miraç rivayetlerinin birisinde, ravi Şerîk b. Abdillah'ın, hadisi sevkederken kullandığı "Ve zâlike kable en yûhâ ileyhi" şeklindeki cümlesine dayanmaktadır.[41]

Ateş'in bu iddiasında –ki kendisinden önce de aynı kanaati paylaşanlar bulunduğunu biliyoruz– yer alan iki hususun ayrı ayrı ele alınmasında fayda görüyoruz:

a- Mirac'ın, Hz. Peygamber (s.a.v)'e peygamberlik verilmeden önce vuku bulduğu.

b- Miraç olayının, Hz. Peygamber (s.a.v)'in gördüğü bir rüyadan ibaret olduğu.

Birinci iddianın, bütün Miraç rivayetleri arasında sadece adı geçen Şerîk b. Abdillah'ın mezkûr sözünden başka dayanağı yoktur. Ancak Şerîk'in bu rivayeti yakından incelendiği takdirde, meleklerin Hz. Peygamber (s.a.v)'e iki kez geldiklerinden bahsedildiği görülür. Şerîk, meleklerin ilk gelişi hakkında "Ve zâlike kable en yûhâ ileyhi" (Bu, kendisine vahyedilmeden önce idi) ifadesini kullanmıştır. Aynı rivayete göre, melekler bu ilk gelişlerinde sadece aralarında konuşmuş ve başka herhangi birşey yapmadan dönüp gitmişlerdir. Rivayetin devamında bu meleklerin Hz. Peygamber (s.a.v)'e bir başka gece yine geldikleri belirtilmektedir. Şu halde Şerîk'in kullandığı mezkûr cümlenin, "Hz. Peygamber (s.a.v)'e peygamberlik verilmeden önce" şeklinde anlaşılmasının doğru olduğunu kabul etsek bile, bu iki gece arasında belli bir sürenin bulunduğunu ve meleklerin ikinci gelişlerinin, Hz. Peygamber (s.a.v)'e peygamberlik verildikten sonra vuku bulduğunu söylememize engel herhangi bir husus yoktur.

Öte yandan, Şerîk'in mezkûr sözünün, "Bu meleklerin kendisine geleceği veya İsra ve Miraç hadisesinin vuku bulacağı kendisine vahiyle bildirilmeden önce" şeklinde anlaşılması da mümkündür. Bu durumda da ortada herhangi bir problem kalmamaktadır.

Kaldı ki, başta Müslim olmak üzere hadis alimleri, Şerîk'in sözkonusu hadiste pek çok yanılgısı bulunduğunu ifade etmişlerdir ki onlara göre bu nokta da onlardan birisidir. Bu yüzden el-Buhârî'nin, hadis alimleri tarafından en çok eleştiri yöneltilen rivayetlerinden birisi de bu rivayet olmuştur. Zira Şerîk'in bu rivayeti, Miraç hadisini aktaran diğer sika ravilerin rivayetlerine aykırılık teşkil etmektedir.[42]

Ateş'in iddiasının ikinci kısmına –Mirac'ın Hz. Peygamber (s.a.v)'in gördüğü bir rüyadan ibaret olduğu iddiasına– gelince, Şerîk'in bu rivayeti dışında bu iddiayı belgeleyecek güvenilir bir rivayet yoktur.[43] Bu sebepledir ki çoğunluğu teşkil eden ulema, Hz. Peygamber (s.a.v)'in, İsra ve Mirac'ı bir kere ve uyanık iken, ruhuyla ve bedeniyle yaşadığı görüşünü benimsemişlerdir.[44]

İsra ve Miraç hadiselerinin ne zaman ve nasıl vuku bulduğu, Hz. Peygamber (s.a.v) bu olağan dışı yolculuklarında neleri nerede ve nasıl müşahede ettiği gibi hususlar hakkında rivayetlerde görülen kimi farklılıkların ravilerin tasarruflarından kaynaklandığını görmemiz gerekir. Ravilerden kimi, bu hadiseyi anlatırken, o anda üzerinde durulan noktaya ağırlık verip, onun dışındaki birtakım hususları belirtmemiş olabilir; kimi, aklında kalan kısımları aktarmış olabilir; bir kısmı, malum olduğu kanaatini taşıdığı noktaları atlayıp, önemli gördüğü noktaları belirtmek maksadıyla rivayette ihtisar yoluna gitmiş ve nihayet kimi de rivayetinde –Şerîk örneğinde olduğu gibi– yanılmış olabilir. Özellikle İsra ve Miraç hadisesi hakkındakiler gibi uzun rivayetlerde bu türlü farklılıkların ve yanılgıların bulunması normaldir.

Dolayısıyla bu durumda izlenmesi gereken en sağlıklı yol, sözkonusu rivayetleri, tümünü göz önünde tutarak belli bir örgü ve tutarlılık içerisinde algılayıp aktarmaktır. Nitekim Muhammed b. Yusuf es-Sâlihî, bunu oldukça maharetli bir biçimde gerçekleştirmiş ve "Sübülü'l-Hüdâ ve'r-Reşâd fî Sîreti Hayri'l-İbâd"da İsra ve Miraç konusunda gelen rivayetleri belli bir mantık örgüsü ve tutarlılık içinde birbirine meczederek tek bir kıssa halinde anlatmıştır.

Keza ondan önce de el-Kastallânî, "el-Mevâhibu'l-Ledünniyye"de[45] benzeri bir metot izlemiş ve konu ile ilgili rivayetleri belli başlıklar halinde zikretmiş, bu arada İsra ve Miraç hakkındaki zayıf ve uydurma rivayetlere de ayrıca dikkat çekmiştir.

DİPNOTLAR

--------------------------------------------------------------------------------

[1] Bu yazı, Yeni Şafak gazetesinin 1 Aralık 1997 Pazartesi günkü sayısında Prof. Dr. Süleyman Ateş'in "Üç Aylar ve Faziletleri Üzerine" başlığıyla yayımlanan bir yazısı üzerine kaleme alınmıştı. Söz konusu yazıda Üç Aylar'ın, "Kandil Gecesi" diye bilinen gecelerin faziletleri ve bu konulardaki rivayetlerin durumu üzerinde duruluyor ve Hz. Peygamber (s.a.v)'in, Ehl-i Kitap ile ilişkileri konusunda –mercek altına alınması gereken– şeyler söyleniyordu. Ateş'in yazısının yayımlandığı tarihlerde kaleme alındığı halde birtakım sebepler dolayısıyla o zaman yayımlanmayan bu yazı, Ateş'in mezkûr yazısında bu konularla ilgili olarak, dile getirdiği birtakım doğrular yanında, ileri sürdüğü bazı noktaların kritiğini ve doğru bildiğimiz bazı hususların ortaya konmasını amaçlamaktadır. İşlenen konuların, güncelliğini kaybetmeyen tartışmalı meseleler ihtiva etmesi dolayısıyla bu yazının burada neşredilmesinde bir sakınca görmedik.

[2] Bu konudaki rivayetler ve bu rivayetlerin yer aldığı kaynakların topluca zikri için bkz. İbn Hacer, "et-Telhîsu'l-Habîr", II, 409-10.

[3] Bkz. "el-Maksadu'l-Alî", 498-9.

[4] İbn Hibbân, "Kitâbu'l-Mecrûhîn", III, 146; İbn Adiy, "el-Kâmil", II, 36-40; ez-Zehebî, "Mîzânu'l-İ'tidâl", IV, 497; el-Heysemî, "Mecmau'z-Zevâid", III, 198; İbn Hacer, "Tehzîbu't-Tehzîb", XII, 33.

[5] "es-Sünenu'l-Kübrâ", IV, 295.

[6] el-Beyhakî, a.g.e., a.y.

[7] "el-Mu'cemu'l-Kebîr", VIII, 250-1.

[8] el-Heysemî, a.g.e., III, 199.

[9] el-Heysemî, III, 198.

[10] et-Taberânî, XII, 266-7.

[11] el-Heysemî, III, 199.

[12] et-Tirmizî, "Savm", 43.

[13] Ebû Dâvûd, et-Tirmizî ve en-Nesâî rivayet etmişlerdir. Bkz. Ali el-Karî, "Mirkatu'l-Mefâtîh", IV, 556. Keza bkz. İbn Ebî Şeybe, II, 461-2.

[14] el-Buhârî, Müslim ve daha başkaları rivayet etmiştir. Bkz. Ali el-Karî, IV, 548-8; Abdürrezzâk, IV, 279-82; İbn Ebî Şeybe, II, 459-60. Aynı konuda senetleri zayıf bulunmuş diğer rivayetler için bkz. el-Heysemî, III, 199-200.

[15] Bkz. Ali el-Karî, IV, 543-57.

[16] el-Buhârî, "Savm", 64.

[17] Müslim, "Sıyâm", 36.

[18] Müslim, "Sıyâm", 34.

[19] Ateş'in gerek bu konudaki, gerekse başka hususlardaki görüşlerini, "Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi" adıyla başlattığımız seri çalışmanın kendisiyle ilgili kısmında inşaallah detaylı olarak ele alacağız.

[20] el-Buhârî, "Savm", 69; Müslim, "Sıyâm", 19; ed-Dârimî, I, 448-9.

[21] el-Buhârî, a.y.

[22] Müslim, a.y.

[23] 2/el-Bakara, 144.

[24] Bu nokta, Hz. Peygamber (s.a.v)'in Kur'an dışında da vahiy aldığının aklî delillerinden birisidir.

[25] 2/el-Bakara, 145.

[26] Ateş, "Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri", I, 255.

[27] Mesela bkz. "Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri", I, 251.

[28] Ateş'in konu hakkındaki uzun açıklamaları için bkz. a.g.e., IX, 110-5.

[29] Ateş, "Yeniden İslama", II, 97.

[30] A.g.e, II, 87-8

[31] A.g.e, II, 87.

[32] Yukarıda zikrettiğimiz yerlerden 3. sıradakinde Hz. Peygamber (s.a.v)'in yan üstü yatmış olduğu, 2. sıradakinde ise uykuyla uyanıklık arası bir halde bulunduğu belirtilmektedir ki bunların hiç birisine mutlak anlamda "uyku hali" demek mümkün değildir.

[33] el-Kurtubî, "el-Câmi' li Ahkâmi'l-Kur'ân", X, 210 (Bizim kullandığımız nüshada X, 138).

[34] Meşhur hadis hafızı ve "Müverrihu'l-İslâm" Şemsuddîn Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed b. Osman ez-Zehebî ile karıştırılmamalıdır.

[35] Bkz. İbn Abdilberr, "et-Temhîd", VIII, 48.

[36] Hz. Hatice validemizin hicretten 3, 4, 5, 6, 7 yıl önce veya hicret senesi vefat ettiği şeklinde farklı görüşler vardır. Bkz. İbn Hacer, "Fethu'l-Bârî", VII, 203.

[37] İbn Abdilberr, "el-İstî'âb", IV, 1820; İbn Hacer, "el-İsâbe", VII, 605.

[38] Çoğunluğun benimsediği, tercihe şayan görüş budur.

[39] Bu konudaki değişik rivayetler ve farklı görüşler için bkz. İbn Abdilberr, "et-Temhîd", III, 7 vd., İbn Hacer, "Fethu'l-Bârî", VIII, 151.

Bu noktadaki görüş farklılıkları, Hz. Peygamber (s.a.v)'in Mekke ve Medine'de kaçar yıl kaldığı ve kaç yaşında vefat ettiği gibi hususlarda da kendisini göstermiştir.

[40] Bu konuda el-Kevserî'nin yaptığı izahatın önemli olduğunu düşünüyoruz. Bkz. "Makâlâtu'l-Kevserî", 513 vd.

[41] el-Buhârî, "Tevhîd", 37; "Menâkıb", 24.

[42] İbn Hacer, bu rivayette Şerîk'in yalnız olmadığını, kendisine Kesîr b. Huneyş'in de muvafakat ettiğini belirtmektedir. (Bkz. "Fethu'l-Bârî", XIII, 480.) Ancak –Ebû Hâtim tarafından hadislerinde bir sakınca bulunmadığı ve müstakimu'l-hadis olduğu söylenmiş ise de– el-Ezdî'nin bu zatta zayıflık bulunduğunu söylediğini nakleden de yine İbn Hacer'dir. (Bkz. "Lisânu'l-Mîzân", IV, 483-4.)

[43] Bkz. Muhammed b. Yusuf es-Sâlihî, "Sübülü'l-Hüdâ ve'r-Reşâd", III, 68 vd.; el-Kevserî, a.g.e., a.y.

[44] es-Sâlihî, a.g.e., III, 79; Kâmil Miras, "Tecrid Tercemesi", X, 58.

[45] III, 7 vd.

beyan.com.tr


Konular