Zehirli | Konular | Kitaplar

Ehli Sünnet

Kusurlu Mal Albânî

Sayın dostumuz, Uyarı ve eleştiri nâmenizi aldım, teşekkür ederim.

Nâsirüddin el-Albânî için "Zamanımızın en büyük muhaddisi, hattâ muhaddislerin imamı, hâtemü'l-muhaddisîn, hadîs konusunda en büyük otorite..." gibi övgülerde bulunuyorsunuz ve dört mezhebe uymayan inanç, fikir ve görüşlerinizi bu merdut (reddedilmiş) zata dayandırıyorsunuz.

Muhterem beyefendi!..

İslam fıkhında bir kural vardır:

Bir tâcir, kusuru olan bir malı satarken, o kusuru müşteriye söylemezse kazancı haram olur, günaha girmiş olur, müşterisini aldatmış olur.

İslam istikameti (doğruluğu, dürüstlüğü) esas kabul etmiştir.

İlmî görüşlerin açıklanması da, mecâzî mânada bir tür satışa benzetilebilir. Binaenaleyh bazı bilgilerin ve bilginlerin kusurları varsa onların muhatabı mutlaka insaflı ve adaletli bir şekilde beyan edilmesi gerekir.

Siz Albânî için:

Bid'at ehli ile ilgili dinimizin hükümleri nelerdir?

Mezhepsiz, reformcu, bid'at ehli ile ilgili kaynaklarımızda bazı hükümler nasıl yer almış, birlikte inceleyelim:

Malum, bid'at konusu (hasenesi ve seyyiesiyle) literatürümüzde geniş yer bulmuş bir konudur. Ama bu konuyu ''sünnetimden yüz çeviren'' hadisi gibi mutlak ibadet yada kılık-kıyafet şekliyle sınırlı tutmamak yanıltıcı olur. Söz gelimi mealen :'' Ümmetimin fesada uğradığı zamanda sünnetime sarılana yüz şehid ecri verilir.'' hadis-i şerifini de sakal bırakmak, sarık takmakla sınırlamanın bizi tam hakikate götürmeyeceği gibi..

Fesada uğrama zamanları nedir ve hangi hadiseleri bünyesinde barındırır sorusunun cevabı oldukça önemlidir ve bu ayrı bir yazı konusudur.Bir değil tam 100 şehidin ecri hangi şartlar sebebiyle verilecektir?

Evveliyetle öyle devirlerde ''sünnete sarılmak'' (ki Mektubat-ı Rabbani okuyanlar bunu hemen fark edeceklerdir) ehl-i sünnet vel cemaat olarak tavsif buyurulmuş, fırka-i naciye olmakla mümkündür.Yani, öncelikle itikatta ''sünneti seniyye'' üzerine olmaktır Müslümana 100 şehid ecri getirecek olan. Her bid'atin bir sünneti örttüğünü, iptal ettiğini tasavvur ettiğimiz zaman mesele kendiliğinden vuzuha kavuşmuş olur.

Haliyle bid'atde kendi kendine oluşmaz, her bid'atin ''çığır açıcısı/imamı/önderi '' ve o önderlere tabi olan taklitçi önderler ve tabiileri vardır.

Nüzûl-i İsa Hadisleri: Mustafa İslamoğlu'nun bir soruya verdiği cevap üzerine

Hz. İsa’nın nüzûlü konusu İslam modernistlerinin İslam algısında kırılma noktalarından birini oluşturuyor. Bu kesimin nüzul-i İsa ve benzer konulara karşı alerjik tavrını anlamlandırmak için modern düşüncenin, içeriğinde olağanüstülük bulunan dinî konular karşısındaki takıntısıyla irtibatı ayrıca sorgulanmalı elbette. Ama şimdilik şunu söylemek mümkün; İslam modernistlerinin işbu takıntısı sebebiyledir ki, peygamberlerin mucizelerinden kıyamet alametlerine kadar ayet ya da sahih hadislerde açık ifadesini bulan birçok mesele bugünün müminleri için ayrı birer imtihan konusu olmuştur.
Mezkur kesim öncülüğünde televizyon ekranlarına kadar uzanan tartışmalar bu gibi konuları birçok Müslümanın zihninde çözüm bekleyen sorunlar haline dönüştürmüş ve haliyle şu soruyu gündeme taşımıştır:

Hz. Mu'âviye (ra)

Hayreddin Karaman hocanın bir cümlesi ve daha sonra o cümleyi açıklama/gerekçelendirme sadedinde kaleme aldığı yazı dolayısıyla gündeme gelen Hz. Mu'âviye hakkında, tarih boyunca olduğu gibi günümüzde de Şia'nın iddia ve ithamlarına cevap vermek ve Ehl-i Sünnet'in konuya bakışını yansıtmak maksadıyla hayli çalışma yapılmıştır.

Şia'nın tavrını anlamak mümkündür de, her fırsatta Ehl-i Sünnet olduğunu söylemekten geri durmayan insanların tavrını anlamak gerçekten mümkün değildir.

Ne diyor hoca?

"Peygamberimiz (s.a.) "Sövmeyin" diyor, ben de sövmüyorum, Peygamberimiz "onları seven benim sebebimle (beni sevdikleri için severler, onlardan nefret edenler de benden nefret ettikleri için böyle yaparlar" buyuruyor. Ben bu hadise de dayanarak

SAPTIRILAN GERÇEKLER

GİRİŞİM dergisinin Temmuz-89 sayısında Doç. Dr. Yunus Vehbi Yavuz’un “İslam Tarihinde Hilafetten Saltanata Geçilmesi ve Doğurduğu Sonuçlar” başlıklı bir yazısı yayımlandı. Doğrusu sayın Yavuz’un ağzından tarihi ve fıkhi gerçeklerden bu derece nasipsiz şeyler duymak bizleri oldukça şaşırttı.

Hilafetten Saltanata geçişin, İslam dünyasında yol açtığı yönetimsel, toplumsal ve fikri yapılanma hiç kimsenin gizlisi değildir! Ancak bunları öne sürerek ve olaylar arasında zorlama bağlantılar kurarak kimi sonuçlara varmak, bilimsel yaklaşım değildir! Buna realite de izin vermez.

6 sayfalık yazısında Hilafetten Saltanata geçişi, “Din ve Dünya işlerinin birbirinden ayrılması” olarak niteleyen Doçentimiz, içinden çıkılmaz çelişkiler sergiliyor, tarihi ve fıkhi bir çok gerçeği çarpıtarak veriyor. İşte çarpıtılan gerçekler:

1- Yazısının ilk sayfasında şöyle diyor: “...Bu yönetimin (Hz, Peygamber (sav) yönetiminin- E.S ) iki ana kaynağı vardı. Biri Kur’an, diğeri Şûra idi...”

Bu ifade Kur’an’dan sonra ikinci teşri kaynağı olduğu ittifakla kabul edilen Sünnet’i rafa kaldırmaktadır.

İslâm’ı Doğru Anlamak ve Yorumlamak

Cümlenin maksudu bir amma rivayat muhtelif... İslâm bir amma onun anlaşılması, yorumu çeşitlidir. Ben bir Müslüman olarak Ehl-i Sünnet ve Cemaat'in en doğru ve aslına uygun şekilde İslâm'ı anlamış ve yorumlamış olduğunu çok iyi bilirim ve böyle inanırım.

Ehl-i Sünnet ile Râfızîler arasında anlayış ve yorum farklılıkları vardır.

Ehl-i Sünnet, Peygamber Efendimizi (Salat ve selam olsun ona) görmüş, ona iman etmiş, bu imanla ölmüş, İslâm için canıyla, malıyla çalışmış, nice sıkıntılar çekmiş, kimisi imanı uğrunda şehid olmuş Ashab-ı Kiramın (Allah onlardan razı olsun) tamamını (tekrar ediyorum tamamını) sever, onlara hürmet eder, onlara hayır dua eder.

Ehl-i Sünnet Ashabın hepsini din konusunda âdil kabul eder. Yani onlar İslâm'ı Hz. Peygamberden nasıl öğrendilerse, doğru şekilde insanlara ve sonraki kuşağa öğretmişler, bu konuda asla hıyanet etmemişlerdir.

RIHLE 8

Türkiye'nin ve dünyanın gündemi baş döndürücü bir hızla seyr eden gelişmeler etrafında şekillenirken Rıhle, yolculuğuna "sesli ve derinden" devam ediyor. 7. sayı, merhume annemin yoğun hastahane sürecine denk geldiği için "Sahabe" başlıklı o sayıya ve o sayı hakkında yazı yazma imkânı bulamamıştım.

Şu anda 8 sayı önümde ve bu sayıyla birlikte 2. cilt tamamlanmış oluyor. Müyesser kılana sonsuz hamd-ü senalar olsun…

"Modern zamanlar" diye kategorize ettiğimiz zaman diliminin, zamanın son kertesine, yani "ahir zaman"a tekabül ettiği gerçeği dikkate alındığında, insanlığın ve Ümmet-i Muhammed'in yaşadığı zihinsel ve pratik süreçlerin ne anlama geldiği şüphesiz daha net anlaşılacaktır. Hatta yaşadığımız durumu sağlıklı değerlendirmenin başka yolu yoktur!

Hangi ehli Sünnet

Bugünü ve geçmişi bir takım ideolojilerin gözlüğüyle okuma kolaycılığının pazarlamasını yapmak dışında herhangi bir marifeti olmayan bazı çevrelerin, "Ehl-i Sünnet" vurgusuna her rastladığında niçin kırmızı görmüş gibi davrandığını anlamak zor değil. Olaylara, fikirlere ve vakıalara ideolojilerin refleksiyle tepki vermenin tabii ve kaçınılmaz sonucudur bu.

Bu çevrelerin tesbitine göre Ehl-i Sünnet çizgi, zaman içinde bir tür "eksen kayması"na maruz kalmış, Ehl-i Sünnet'in selefi ile halefi arasında belirgin bir tavır ve tarz farklılığı ortaya çıkmıştır. Bugün Ehl-i Sünnet adına elimizde yaşatılmaya çalışılan, selefin "hakiki" Ehl-i Sünneti değil, sonrakilerin "sahte" Ehl-i Sünnetidir!

Korunmuşluk açısından sünnet 2

Cumartesi günkü yazıyı "metnin/delilin" korunması, "mananın/medlulün" korunması anlamına gelmez diyerek bitirmiştik. Bu nokta üzerinden devam edelim: Cebrail (a.s), Efendimiz (s.a.v)'e bir tek din getirmiştir. Efendimiz (s.a.v) de bu dini Cebrail (a.s)'dan aldığı gibi ashabına aktarmıştır. Bir önceki yazıda altını çizdiğim gibi bu "aktarış"ın iki boyutu vardır: "Tebliğ" ve "beyan."

Bu din Sahabe'ye gereği gibi hem tebliğ hem de beyan edilmiş, onlar da Efendimiz (s.a.v)'den aldıklarını kendilerinden sonraki kuşağa aktarmışlardır. Sahabe kuşağı henüz hayattayken zuhur eden birtakım fırkalar, yeni ve farklı din telakkileri ile ortaya çıkmışlardır.

İslam'da yorum tekeli

Müslümanlar arasında ihtilaf konusu olan meselelere nasıl bakılması gerektiği konusunda kafalar eni-konu karışık durumda. En küçük bir fıkhî meselede bile ehli tarafından tercihte bulunulmasına tahammül gösteremeyenlerden, ihtilafın alanının en temel itikadî meselelere bile uzanabileceğini düşünenlere kadar geniş bir yelpaze söz konusu.

Bu meseleyi tafsil etmeden, genellemeler yaparak ve kestirmeden giderek hüküm vermek isabetli olmaz. Zira kalkış ve varış noktamız, ele aldığımız meselenin mahiyetine/muhtevasına göre değişiklik arz edecektir. Benim burada yapmayı tercih edeceğim tafsil, "itikad"i", "fıkhî" ve "diğer" olmak üzere üç ana gövde üzerine ibtina edecek. Elbette bunların her biri de kendi aralarında maddelere ayrılacak.

1. İtikadî alan. İnanılması "zaruri" olan temel itikad esaslarında ihtilaf olmaz. Dolayısıyla bir kimse açık ve kesin nasslarla sabit olmuş hususlardan birini veya birkaçını -ne suretle ve gerekçeyle olursa olsun- inkâr ediyorsa, kendisini "Müslüman" olarak ifade etmesi hiçbir şeyi değiştirmez, o kimse dinden çıkmıştır. Allah Teala'nın varlığı ve birliği, peygamberlerin, meleklerin ve kitapların varlığı, ahiret günü ve kader meseleleri böyledir. Burada son madde üzerinde biraz durmak gerekir. Fazla yer işgal edeceği için bir başka yazıda müstakil olarak ele alınması gereken bu nokta üzerinde şimdilik şunu söyleyelim: Biz bir fiili işlemeden Allah Teala bizim o fiili ne zaman ve nasıl işleyeceğimizi ve fiilin sonuçlarını bilemez gibi bir anlayış açıkça küfürdür.

BAZI ŞAHISLAR

Soru: "Mevdudi, Seyyid Kutub, C. Efgani, M. Abduh, Hamidullah, Yusuf Kardavi, M. Ebu Zehra'nın Ehl-i Sünnet dışı olduğu şayi olmuştur, bunların kitaplarından istifade edilemez mi? İbn-i Teymiyye, tilmizi İbn-i Kayyım el Cevzi ve İbn-i Rüşd için de hakeza..."

Cevap: Adı zikredilen şahısların hepsini aynı kategoride değerlendirmek doğru değildir. Her birinin kendine mahsus görüşleri ve tavırları vardır. (Bu genellemeden İbn Teymiyye ve İbnu'l-Kayyım'ı hariç tutmak gerekir. Zira el-Kevserî merhumun tabiriyle "İbn Teymiyye'nin ayağını kaldırdığı yere İbnu'l-Kayyım basmıştır." Yani İbnu'l-Kayyım, üstadının izinden ayrılmamıştır.)

Soruda zikredilen sırayla bu isimler üzerinde kısaca durmadan önce genel bir tesbit yapalım: Bir kimsenin Ehl-i Sünnet olup olmadığı, özellikle onun itikadî görüşlerine bakılarak bilinir. İtikadî sahada Ehl-i Sünnet çizgiyi benimsemiş olan bir kimse, Fıkhî/amelî sahada dört mezhep dışında kalan bir mezhebi iltizam etmiş olabilir; ya da müstakil mezhep sahibi olduğunu ileri sürebilir. Onun bu iddiasını tartışmak ayrı bir konudur; itikadî tercihi ile bu nokta birbirine karıştırılmamalıdır.

ARAŞTIRMACI YAZAR EBUBEKİR SİFİL İLE


-Hocam, umumi mânâda Ehl-i Sünnet’i nasıl tanımlayabiliriz? Veya Ehl-i Sünnet kimdir?

Ebûbekir Sifil: Bismillâhirrahmânirrahîm. Ehl-i Sünnet’i teşhis etmenin birkaç yolu var. Bunlardan birincisi geçmişte Ehl-i Bid’at fırkalarla münakaşa edilmiş meselelere bakmak. Gerek usûl-i dinde gerek usûl-i fıkıhta Ehl-i Sünnet ile Ehl-i Bid’at fırkaları arasında yaklaşım farklılıkları var. Bu kaynak anlayışından, epistemolojiden neş'et eden bir şey. Buna bakarak bir istikamet tayini yapabiliriz. Kim Ehl-i Sünnet’tir, kim Ehl-i Bid’at’tır, bunu tayin edebiliriz. İkincisi bugün tartışılan meselelere Ehl-i Sünnet’in ilkeleri çerçevesinde bakarak kim Ehl-i Sünnet’in yanındadır, kim karşısındadır, bunu tesbit edebiliriz.

İmam el-Eş’arî Makâlâtu’l-İslâmiyyîn’de “Ehlü’s-Sünne ve’l-Eser” dediği bir kesimden, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in hadis ağırlıklı kolundan bahsediyor, onların görüşlerini, mümeyyiz vasıflarını zikrediyor. Bunlar arasında o dönemde mevcut Ehl-i Bid’at fırkalarla Ehl-i Sünnet’i birbirinden ayıran temel hususlar var. Nedir onlar? Sahabeye saygı. Haber-i vâhid’in delil olarak alınması, mütevâtir rivayetleri geçtik haber-i vâhid’in delil olarak alınması, meşhûr ve mütevâtir hadislerle sabit olmuş amelî ve itikâdî hükümler, Sahabe'ye hürmet, havz-ı Kevser, şefaat, kabir azabı, sırat, mîzân ve buna benzer hususlarda Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat diğer fırkalardan ayrı duruyor.

Ehl-i Sünnet’in “Ortaya Çıkışı” ve karakter özellikleri

“Fırkalar içinde bir fırka”dan mı, yoksa müsemmanın isimden önce var olması durumundan mı bahsetmemiz gerektiği sorusunu cevaplamadan Ehl-i Sünnet üzerine yapılacak tahlil ve değerlendirmeler hep önemli bir eksiklik ile malul bulunacaktır.

Ehl-i Sünnet’in “fırkalar içinde bir fırka” olduğunu söylemek, ancak tarihî durumu önyargılı okumakla mümkündür. Söz gelimi şu doğrultudaki tesbitler böyle bir okumanın ürünüdür: Önce Şia ve Haricîlik tarih sahnesine çıktı; bunları Cebriye, Mu’tezile… izledi. Bunların sebebiyet verdiği kargaşa ortamı içinde toplumun birlik-bütünlüğünü sağlama temel gayesiyle hareket eden bir başka akım daha zuhur etti ki, kendisine Ehl-i Sünnet diyen bu grubun temel karakteri “mevcudu meşrulaştırma” anlayışıydı…

Bu tür bir okuma biçiminin “önyargılı” olarak tavsifi şuraya dayanmaktadır: Eğer bu fırkaların oluşum ve gelişim dönemlerinde Ümmet bu fırkalardan ibaret idiyse –ki Ehl-i Sünnet’in sonradan ortaya çıkmış “tepkisel” bir fırka olduğu tezi bu tesbite dayanmaktadır–, bu fırkalardan hangisinin söylemleri Hz. Peygamber (s.a.v)’in Sahabe’ye aktardığı İslam olarak değerlendirilmelidir? sorusunun ikna edici ve sahici bir cevabı yoktur!

Diş dolgusunun ehl-i sünnet fıkhındaki yeri ve bu konuda mezheb imamlarının ictihat ve istinbatları.

Esselamu 'ala menitteba'al huda ve'l ekmeluha!
Evvelen böyle bir sayfayı hazırladıkları için kardeşlerime teşekkür eder geç farkına vardığım için kendime de esef ederim.Sayfayı tamamen inceleyemedim.Açmış olduğum mevzunun sitede evvelce açılmış olup olmadığını da bilmiyorum.Açılmış ise yer işgal ettiğim için kardeşlerimin beni ma'zur görmelerini ve haklarını helal etmelerini rica ederim.
Sadete gelecek olursak;

ÇAĞIMIZIN EN ÖNEMLİ ÇİRKİN BİD’ATI

Çirkin bid’at kapsamına giren fiil ve tutumlar içinde en tehlikeli olanı hangisi olabilir? Hiç şüphesiz, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat ilkelerine aykırı İslâm anlayışıdır.

Hangi görüntü ve iddia ile ortaya çıkmış olursa olsun, tıpkı geçmişte olduğu gibi Ehl-i Sünnet çizgiye, dolayısıyla doğru İslâm anlayışına aykırı olan her türlü akımın, “bid’at mezhep” olarak nitelendirilmesi gerekir.

İslâm tarihinde Sahabe döneminin sonlarına doğru bazı yanlış inanç ve tutumların ortaya çıktığını biliyoruz. Daha ziyade Akaid ve Kelam ilminin sahasına giren bu inanç ve tutumlar, İslâm’a yabancı din, gelenek ve felsefî sistemlerden kaynaklanmıştır.

Bu dönemde İslam coğrafyasının sınırlarının hayli genişlemesi ve farklı kültür ve dinlere mensup kitlelerin İslâm’a girmeye başlamasıyla, ağırlıklı olarak eski Hint, İran ve Yunan’a ait bazı inanç ve anlayışlar bir kısım müslüman topluluklar üzerinde yıkıcı bir etki yapmaya başlamıştır.