Zehirli | Konular | Kitaplar

Korunmuşluk açısından sünnet 2

Cumartesi günkü yazıyı "metnin/delilin" korunması, "mananın/medlulün" korunması anlamına gelmez diyerek bitirmiştik. Bu nokta üzerinden devam edelim: Cebrail (a.s), Efendimiz (s.a.v)'e bir tek din getirmiştir. Efendimiz (s.a.v) de bu dini Cebrail (a.s)'dan aldığı gibi ashabına aktarmıştır. Bir önceki yazıda altını çizdiğim gibi bu "aktarış"ın iki boyutu vardır: "Tebliğ" ve "beyan."

Bu din Sahabe'ye gereği gibi hem tebliğ hem de beyan edilmiş, onlar da Efendimiz (s.a.v)'den aldıklarını kendilerinden sonraki kuşağa aktarmışlardır. Sahabe kuşağı henüz hayattayken zuhur eden birtakım fırkalar, yeni ve farklı din telakkileri ile ortaya çıkmışlardır.

Bu noktaya dikkatinizi özellikle çekmek isterim. Bu fırkalar bu din telakkilerini Sahabe'den almamışlardır. "İ'tizal" kelimesinin ilk defa kim tarafından ve hangi bağlamda kullanıldığı konusunda Kelam Tarihi kitaplarında okuduğumuz nakillerden birisi şudur: el-Hasenu'l-Basrî'nin ilim meclisinde büyük günah işleyen kimsenin durumu tartışma konusu olmuş, talebelerinden Vâsıl b. Atâ, böyle kimselerin dinden çıkacağını, ancak küfre de girmeyeceğini, yani mü'min de kâfir de sayılmayacağını söylemiştir. el-Hasenu'l-Basrî'nin Sahabe'den devralınan din telakkisine uymadığı için reddettiği bu kabul neticesinde Vâsıl b. Atâ, onun meclisinden ayrılarak (i'tizal ederek) kendi halkasını oluşturmuştur.

Bu olay bize, sadece "i'tizal" kelimesinin kavramsal menşei hakkında bilgi vermekle kalmıyor; aynı zamanda "i'tizal"in "nev-zuhur" bir hareket olarak Sahabe'nin dünyasında yerinin bulunmadığını da anlatıyor.

Nitekim Tabakâtu'l-Mu'tezile yazarlarının, i'tizal anlayışını gerilere atfetme gayretinin, birkaç sahabî ismine ve zorlama yorumlara dayandığını açık bir şekilde görüyoruz. İlgili eserlerde Sahabe'nin ileri gelenlerine dayandırılan görüşler kısaca şöyledir: Hz. Ebû Bekr, Abdullah b. Mes'ûd gibi sahabîlerin, hakkında nass bulunmayan bazı konularda ictihad ederken, "Kendi görüşümle hükmediyorum; doğruysa Allah Teala'dan, yanlışsa benden ve şaytandandır" demeleri, Hz. Ömer'in, hırsızlık yaptıktan sonra "Allah'ın bana yazdığı kaderle hırsızlık yaptım" diyen birine, el kesme cezasının üstüne kırbaç vurdurması ve elinin kesilmesinin hırsızlık suçunun, kırbaçlanmasının ise Allah Teala'ya iftira etmesinin cezası olduğunu söylemesi, Hz. Osman'a ok atanların "Allah attı" iddiasına karşılık, "Yalan söylüyorsunuz, Allah atsaydı ok hedefini şaşırmazdı" demesi, Hz. Ali'nin Sıffin sonrası Şam'a gitmelerinin de gitmemelerinin de Allah'ın kaderiyle (takdiriyle) olduğunu söylemesi, Abdullah b. Ömer ve Abdullah b. Abbas'ın da bunlara benzer tarzda Cebriye'nin görüşlerini çağrıştıran iddiaları reddetmeleri...

Bu argümanların, bu sahabîlerin (Allah hepsinden razı olsun) Mu'tezile'nin ilk tabakası olarak zikredilmesi için kesinlikle yeterli ve tatmin edici olmadığı açıktır. Yine açıktır ki, "Zikredilen bu örnekler neden Mu'tezile'nin görüşlerine delildir de Ehl-i Sünnet inancına delil değildir?" sorusunun cevabı yoktur...

Bu zorlama yorumları bir yana bırakacak olursak, şu nokta gün gibi aşikârdır ki, Mu'tezile'ye karakterini veren "el-menzile beyne'l-menzileteyn" (büyük günah işleyenin mü'min de kâfir de olmayacağı, bu ikisi arasında bir yerde bulunacağı), Allah Teala'nın ahirette görülmesinin söz konusu olmayacağı, (özellikle bazı ilk mu'tezilîlerden sadır olan) şefaat, kabir azabı... gibi hususların inkârı noktasında Sahabe'den tek bir nakil bulmak dahi mümkün değildir.

Öyleyse i'tizal tavrının da, haricîliğin de, diğerlerinin de Sahabe'den devralınan İslam'dan kaynaklanmadığını söylemek gerçeğin ifadesi olacaktır. Bid'at fırkaların bu noktada Sahabe ile kendi aralarında kurduğu ilişki, "geçmişi kurgulamak"tan başka bir şey değildir.

Bu gerçek bizi kaçınılmaz olarak şu noktaya götürecektir: Bid'at fırkaların her biri Sünnet'le ve Sahabe nesli ile şu veya bu ölçüde/şekilde çatışma içindedir. Zira bid'at fırkalar ancak Sünnet ve Sahabe unsurlarını devre dışı bırakarak ya da istismar ederek bid'at görüşlerini savunma/terviç etme şansına sahip olabilmişlerdir.

Efendimiz (s.a.v) bu fırkaların savunduğu farklı din telakkilerinin hepsini Sahabe'ye aktarmış/öğretmiş olamayacağına göre, soru şudur: Efendimiz (s.a.v)'den Sahabe'ye (Allah hepsinden razı olsun) intikal eden din nerededir?

Mu'tezile'nin tasavvurundaki Allah ile Cebriye'ninki, Haricîler'in Sünnet tasavvuru ile Şia'nınki... birbirine uymadığına göre, Efendimiz (s.a.v)'den Sahabe'ye intikal eden İslam'ı nerede arayacağız? "Bunlar bizim zenginliğimizdir" absürtlüğüne prim vermeden hakikati nerede aramalıyız?

Kur'an'ın 6 bin küsur cümleden oluşan bir "metin" olarak korunmuşluğu bu probleme cevap teşkil etmediğine göre, ya ayağımızın altındaki zeminin hangi ayak oyunlarıyla kaydırılmakta olduğunu acilen fark edeceğiz, ya da tarih bir kere daha ve korkunç biçimde tekerrür edecek...


Konular