Zehirli | Konular | Kitaplar

İslam'da yorum tekeli

Müslümanlar arasında ihtilaf konusu olan meselelere nasıl bakılması gerektiği konusunda kafalar eni-konu karışık durumda. En küçük bir fıkhî meselede bile ehli tarafından tercihte bulunulmasına tahammül gösteremeyenlerden, ihtilafın alanının en temel itikadî meselelere bile uzanabileceğini düşünenlere kadar geniş bir yelpaze söz konusu.

Bu meseleyi tafsil etmeden, genellemeler yaparak ve kestirmeden giderek hüküm vermek isabetli olmaz. Zira kalkış ve varış noktamız, ele aldığımız meselenin mahiyetine/muhtevasına göre değişiklik arz edecektir. Benim burada yapmayı tercih edeceğim tafsil, "itikad"i", "fıkhî" ve "diğer" olmak üzere üç ana gövde üzerine ibtina edecek. Elbette bunların her biri de kendi aralarında maddelere ayrılacak.

1. İtikadî alan. İnanılması "zaruri" olan temel itikad esaslarında ihtilaf olmaz. Dolayısıyla bir kimse açık ve kesin nasslarla sabit olmuş hususlardan birini veya birkaçını -ne suretle ve gerekçeyle olursa olsun- inkâr ediyorsa, kendisini "Müslüman" olarak ifade etmesi hiçbir şeyi değiştirmez, o kimse dinden çıkmıştır. Allah Teala'nın varlığı ve birliği, peygamberlerin, meleklerin ve kitapların varlığı, ahiret günü ve kader meseleleri böyledir. Burada son madde üzerinde biraz durmak gerekir. Fazla yer işgal edeceği için bir başka yazıda müstakil olarak ele alınması gereken bu nokta üzerinde şimdilik şunu söyleyelim: Biz bir fiili işlemeden Allah Teala bizim o fiili ne zaman ve nasıl işleyeceğimizi ve fiilin sonuçlarını bilemez gibi bir anlayış açıkça küfürdür.

İtikadî alana taalluk etmekle birlikte "detay" sayılabilecek hususlar da vardır. İmanın tarifi, meleklerin tabiatı, peygamberlerin sayısı, kuldaki kudret ve iradenin mahiyeti... gibi hususlar böyledir ve bunlar üzerindeki ihtilafın -ilgili ayet ve hadisler tamamen göz ardı edilmedikçe- kişiyi dinden çıkardığını söylemek isabetli değildir.

2. Fıkhî alan. Bu alan üzerinde fazlaca sarf-ı kelam etmeye gerek yok zannederim. Zira fıkhî meselelerdeki ihtilafın hem "kaçınılmaz", hem de "gerekli" olduğu konusunda aklı başında kimsenin bir itirazı yoktur.

Ancak burada iki noktanın altını çizmek gerekir:

A. İhtilafın kabul edilebilir bir gerekçesi olmalıdır. Yani ihtilaf, nassların yapısından, farklı anlama tarzlarından.. vb. metodolojik gerekçeleri ortaya konulmuş tutumlardan kaynaklanmalıdır. "Ben yaptım, oldu" mantığıyla ortaya konulan ihtilafa itibar edilmez.

B. İcma son derece önemli bir unsurdur. Üzerinde ihtilaf edildiği bilinmeyen bir meselede farklı bir görüş ortaya atma cür'etini göstermeden önce, öncekilerin o farklı görüşe ve gerekçesine muttali olmadığından emin olunmalıdır. Bu ise hayli zor bir meseledir. "Onların gözünden kaçmış olamaz mı?" tarzındaki düşünce belki bu cür'ete haklılık kazandırır gibi görünür; ancak aldatıcıdır.

3. Diğer meseleler. Burada kasdettiğim, bilhassa itikad ve ahkâm alanına "doğrudan" girmeyen ayet ve hadislerin delaletidir. Herhangi bir Kur'an ayeti veya hadis hakkında "ben böyle anlıyorum" deme hakkımız var mıdır?

Burada da tafsile gidilmelidir. Yapı olara farklı anlaşılmaya müsait, tefsirlerde ve hadis şerhlerinde farklı anlaşıldığını gördüğümüz ayet ve hadisler hakkında, makul gerekçelerini ortaya koymak kaydıyla ve bir tarafı yaparken bir başka tarafı yıkmak gibi garabetler sergilememek şartıyla "ehil kimseler" tarafından farklı yorumlar yapılabilir.

Yoruma açık olmayan hususlarda tevile dayalı olarak da olsa temel kabullere aykırı şeyler söyleyen kimseler tekfir edilmese bile, tehlikeli bir noktada bulundukları bilinmelidir. Burada, "Bir meselenin yoruma açık olup olmadığına kim karar verecektir?" şeklindeki mukadder sorunun cevabı şudur: İlgili husustaki nass(lar)ın yapısı, Sahabe döneminden itibaren üzerinde farklı bir yorum yapılıp yapılmamış olması ve yapılacak farklı yorumun nasslarda sarahaten yer almış hususlarda açıkça çatışma teşkil etmesi durumunda yorumun makbul olmayacağı, dolayısıyla sahibinin yoldan saptığına delalet edeceği açıktır.

İmam el-Gazzâlî'nin Kânûnu't-Te'vîl isimli eseri bu konuda gerçekten ufuk açıcı niteliktedir. Herhangi bir ayet ya da hadis hakkında "kişisel yorum"unu ortaya koymadan önce bu alanla iştigal eden herkesin mutlaka belli bir metodolojik/usulî zeminde bulunduğundan emin olması gerekir.

Şu nokta son derece önemli: Efendimiz (s.a.v)'in, Sahabe'ye (r.anhum) tebliğ etmesi gereken her şeyi tebliğ ettiğinde şüphe yok. Onların da Efendimiz (s.a.v)'den aldıklarını kendilerinden sonrakilere aktardıkları kesin. Zira aksi halde bu dinin, daha ilk nesilde ortadan kalktığı ya da tahrif olduğu söylenmiş olur.

Şu halde Sahabe, bilhassa "dinin sabiteleri" bağlamında neyi nasıl yapmışsa, onu öyle yapmaya dikkat etmek gerekir. Usul-i Fıkıh ilmine bir bütün olarak bakıldığında, genel bir "Selef" vurgusunun baskın olduğu görülür. Sahabe icmı ve genel olarak icma, sahabî kavlinin hücciyyeti, Medine Ehli'nin ameli, hükmen merfu rivayetler... gibi hususlar hep bunun göstergeleridir.

Müslüman bilincinde Selef kavramı nirengi noktası gibidir. Biz kendimizi Selef'e bakarak ayarlarız. Elbette bu sebepsiz değildir. Bilhassa Efendimiz (s.a.v)'in yönlendirmeleri ile oluşmuş bir bilinç durumudur bu.

"İslâm'da yorum tekeli yoktur", İslâm'ın evrenselliği, yorum zenginliğindedir"... gibi ne anlattığı çok da iyi tesbit edilmemiş sloganların arkasına düşerek birtakım temel hakikatleri ıskalamayalım...


Konular