Zehirli | Konular | Kitaplar

TARÎKATLAR VE MEZHEPLER

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) zamanında tarîkat ve mezhep var mıydı?' diye çokça sorulmaktadır. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz zamanında Cenâb-ı Hakk'ın emirleri Peygamberimiz (a.s.) ve O'nun sahâbîlerinin nefislerinde tatbik edilip yaşanıyordu. Ashâb-ı Kiram, ilâhî mesaj olarak gelen âyetleri onar onar ezberleyip nefislerinde uyguluyorlardı. Böylece onlar hem öğreniyor, hem de Kur'ân-ı Kerîm âyetleriyle amel ediyorlardı.

Bir gün sahabeden üç kişi Hz. Rasûlullah (s.a.v.)'in evine gelerek, Hz. Âişe annemize sordular:

"Biz Rasûlullah (s.a.v.)'in bütün hallerine vakıf olamıyoruz. Bize evdeki hallerinden bahseder misin?"

Bunun üzerine Hz. Âişe (r.anhâ) şöyle dedi:
"Siz Kur'ân-ı Kerîm'i okumuyor musunuz? O'nun bütün hali Kur'ân-ı Kerîm'dir, bilmiyor musunuz?"

Bu cevaptan sonra bu üç sahâbî şöyle dediler:
"Biz Rasûlullah (s.a.v.) gibi olamayız; bizim daha fazla ibadet yapmamız gereklidir."

Bundan sonra onlardan birisi ömür boyu oruç tutacağını, ikincisini ömür boyu hiç evlenmeyeceğini, diğeri de sabahlara kadar uyumayacağını, geceleri ibadetle geçireceğini söyleyerek ayrıldılar. Onlar gittikten sonra Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz geldi ve Hz. Âişe (r.anhâ) olayı Efendimiz (a.s.)'a anlattı. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz de mescide gelerek bir hutbe irad etti. Hutbesinde şöyle buyurdu:
"Sizin içinizde Allah'ı (c.c.) en çok bilip korkan Ben olduğum halde, Benim sünnetimden kim yüz çevirirse, Benden değildir. Ben bazen oruç tutarım, bazen kadınlarımın yanına giderim, bazen de uyurum. İşte Benim yolum budur."(1) Böylece Peygamber (s.a.v.) Efendimiz meseleye açıklık getirmiştir.**


Tarikatlar ve Mezheplerin Menşei


Rasûlullah (a.s.), sahabe ve tabiin dönemlerinden sonra ikinci asrın başlangıcından itibaren Müslümanların arasına giren fitneler dolayısıyla hizipleşmeler, bid'atler ve çeşitli görüşler ortaya atıldı. İslâm dinini dejenere edip yıkmak için gerek Yahudiler, gerek hariciler ve gerekse de şia ve diğer guruplar tarafından çeşit çeşit inançlar ortaya konulmaya, ameller ihdas edilmeye başlandı.

Bunun üzerine İslâm âlimleri hurafe ve bid'atlere, mantar gibi biten çeşit çeşit bozuk inançlara sahip olan bu mezheplere karşı mücadele ettiler. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in sünnetini ve sahabelerin kavillerini göz önüne alarak mezheplerin hak olanlarıyla batıl olanlarını birbirinden ayırdılar. Bunun dışında kalan, bozuk hurafe ve bid'atlerle dolu olan yolları va'zu nasihatle anlattılar. Böylece hak mezheplerin Müslümanlara yön vermesinde yardımcı oldular. Hak mezhep olarak en son, amelde; Hanefî, Şâfî, Mâlikî, Hanbelî, itikatta ise; Maturûdî ve Eş'arî mezhepleri tespit edildi.

İşte Peygamber Efendimiz zamanında yaşanan Kur'ân-ı Kerîm ve sünnet esasları, birinci asrın sonuna kadar bozulmadan devam etmiş, ikinci asrın başlangıcından itibaren çeşitli fitnelerle bozulmaya başlamıştı ki, o anda İslâm âlimlerinin ittifakıyla, Rasûlullah (s.a.v.) Efendimizin zamanında yaşanan fıkhî hayatın uzantısı olarak 'ehl-i sünnet ve'l cemaat' doğrultusundaki hak mezhepler etrafında toplandılar.

Böylece bu büyük İslâm âlimleri, Müslümanlara, kıyamete kadar uzanan büyük bir iyilikte bulunup onları tekrar Peygamber (s.a.v.) Efendimiz zamanında yaşanan İslâmî hayatta birleştirdiler.

Peygamber (s.a.v.) Efendimizin ahlâkî yönden en üstün olduğuna dair Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

"Yâ Muhammed (a.s.), muhakkak ki Sen büyük bir ahlâk üzeresin."(2)
Yine Peygamberimiz (s.a.v.)'in güzel ahlâkıyla ilgili olarak Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyrulmaktadır:

"Mü'minlerden Sana tabi olanlara (iyilikle muamele et, merhamet) kanadını üzerlerine ger."(3)

Alâ' b. Es-Sıhhîr (r.a.)'den şöyle rivayet ediliyor:
"Bir gün Efendimiz (a.s.)'ın huzuruna bir arabî geldi ve:
'Yâ Muhammed (s.a.v.), İslâm nedir?' dedi. Efendimiz (s.a.v.) de cevaben:
'Güzel ahlâktır.' buyurdu. Aynı şahıs Efendimiz (a.s.)'ın sağından, solundan, önünden, arkasından dolanarak tekrar sordu. Efendimiz (s.a.v.) de:
'Güzel ahlâktır, öfkelenmemektir.' diyerek cevap verdi.(4)

Böylece İslâm dininin ahlâkî yönden de olgunluğa önem verdiği görülmektedir; fakat ne var ki insanlar, yaratılış itibariyle iyi ve kötü ahlâklarla birlikte yaratılmışlardır. Gadap, şehvet, kibir, ucup, cimrilik, riya, haset, kendini üstün görme gibi kötü özellikler, insanoğlunun nefsinde mevcuttur. Buna işaret olarak Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyruluyor:

"Ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü nefis Rabbimin merhameti olmadıkça kötülüğü emreder. Doğrusu Rabbim bağışlayandır, merhamet edendir."(5)
Yine Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyrulmaktadır:

"Sonra da ona (nefse) iyilik ve kötülük kabiliyetini verene de and olsun ki, kendini (nefisini) arıtan saadete ermiştir."(6)

İnsanoğlu kötü ahlâklarla şeytana ve nefsine tabi olursa, o zaman cehennemin en alt tabakalarına kadar alçalır. Eğer güzel ahlâk sahibi olup Allah'a ve Rasûl'üne itaat ederse, en yüksek dereceye yükseltilir. Bu hususta Kur'ân-ı Kerîm'de:

"Biz insanı en güzel şekilde yarattık. Sonra onu aşağıların en aşağısı yaptık. Yalnız inanıp yararlı iş işleyenler bunun dışındadır. Onlara kesintisiz ecir vardır."(7)

Şu âyet-i kerîme ise güzel ahlâklı Müslümanlar için bir müjdedir:
"İşte ahiret yurdu! Biz onu yeryüzünde kibir ve fesat peşinde koşmayan kimselere tahsis ederiz. (İyi) sonuç muttakî olanlarındır.(8)
Asr-ı Saadet'te Ehl-i Suffe diye adlandırılan bir kısım sahabîler, Peygamberimiz (s.a.v.)'in yanında hem şerî ilimlerini geliştirir, hem de nefis tezkiyesi yaparlardı. Böylece onlar insanların Allah'ın hidayete kavuşmasına örneklik yapmaktaydılar. Allah'ın Rasûl'ü (s.a.v.) Hz. Muaz'ı Yemen'e vali (veya elçi olarak) gönderdiği zaman, ona aynen şöyle buyurdu:
"Allah'a yemin ederim ki, senin irşadınla tek bir kişinin hidayete kavuşturulması, senin için kırmızı develerin olmasından daha hayırlıdır."(9)***

--------------------------------------------------

* Bu makale Abdullah Farukî el-Müceddidî (k.s.) Hazretlerinin 'İslâm'da Zikir ve Râbıta' (Ankara 1997) adlı eserinden (s.115-122) iktibas edilmiştir.
** Hadîs-i şerifte bariz bir şekilde görülmektedir ki Efendimiz (s.a.v.) ashâbını irşâd etmiş, onlara doğruları telkin etmiş ve Sahabe-i Güzin efendilerimiz de kendilerine telkin edilen dinin tüm emirlerini nefislerinde yaşamışlardır. Efendimiz (s.a.v.)'in ashabına irşadı bazen; onlara bilmediklerini öğretmek, kötülüklerden sakındırmak, iyilikleri emretmekle, bazen de aşırılıklardan korumakla yani orta yolu telkin etmekle olmuştur. Rahmetli Üstadımız bu hadisle Efendimiz (a.s.)'ın ashabını nasıl irşad ettiğini ifade etmiş ve tasavvufun Asr-ı Saadet'te yaşanışına dair bir örnek sunmuştur.
*** Rahmetli Üstadımız makalesinde mezheplerin çıkışını anlattıktan sonra Rasûlullah Efendimizin güzel ahlâkından bahsetmektedir. Daha sonra ise insanların bu güzel ahlâkları, nefislerinin kötülüğe meyyal olması sebebiyle hayata geçirme noktasında büyük güçlüklere maruz kaldıklarını anlatarak, Rasûlullah (s.a.v.)'den sonra ahlâkların da bozulduğu ve takva üzere yaşantının terk edildiğini işaret etmektedir.
İşte insanların hidayetleri için diğer amelî ve itikadî mezhepler nasıl zorunlu olarak ortaya çıkmışsa, bir ahlâk okulu olan tasavvuf mektepleri de zorunlu olarak ortaya çıkmıştır. Çünkü severek, aşk üzere ihlâsla kulluk yapabilecek, olgun ruhlu, sâlih insanlar yetiştirmek için Rasûlullah (s.a.v.)'in bâtın yönlü irşadına varis olan âlim ve âriflerin ümmet-i Muhammed içerisinde hep var olmak zorundadır.

Kaynakça:
1. Buhârî, Nikâh 1; Müslim, Nikâh 5.
2. el-Kalem, 68/4.
3. eş-Şuara, 26/215.
4. Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inden naklen İmâm Gazâlî, İhyâu Ulûmi'd-Dîn, 6/169 ; Benzer rivayetler için bkz. Buhârî, Birr 62.
5. Yûsuf, 12/53.
6. eş-Şems, 91/8, 9.
7. et-Tîn, 95/4, 5, 6.
8. el-Kasas, 28/83.
9. Buhârî, Cihad 102, 143 ; Fedâilü Ashâbi'n-Nebî 9 ; Müslim, Fedâilü's-Sahâbe 35.

Kaynak:Rehber Dergisi


Konular