Zehirli | Konular | Kitaplar

TASAVVUFTAKİ UYGULAMALARIN KİTAP VE SÜNNETTEKİ DELİLLERİ NELERDİR?

Tasavvufun ısrarla üzerinde durduğu bâtınî amellerle ilgili ayet-i kerime varmıdır, diye bir soru gelebilir akla.

Evet, açıkça bâtınî niyet ve amellere işaret eden ayet-i kerimeler vardır. Bir kaç örnek vermek gerekirse; Allah-u Zülcelâl şöyle buyurmuştur:

"Deki, ancak bizim Rabbimiz bâtınî ve zâhirî olan fevahiş (kötü) davranışları haram kılmıştır." ( Araf/ 33 )

Diğer bir âyet-i kerimede de:

"Zahiri ve bâtınî olan kötülüklere yaklaşmayın" (En'am, 151) buyurmuştur.

Allah-u Zülcelâl nasıl zâhirî azalarımızla yaptığımız kötü hareketleri haram kılmışsa, bâtınî olan; kin tutmak, riya (gösteriş) da bulunmak, hased etmek gibi kötü hareketleri de haram kılmıştır.

Her insan manevi olarak mezmum (kötü) olan gurur, kibir, riya, hased, gıybet gibi hastalıklara müpteladır. Bunların temizlenmesi için de bir mürşid-i kâmilin manevi terbiyesine girmek şarttır.

Bazı insanlar bu türlü hastalıklara müptela odukları halde, kendilerinin hastalıklarını bilmezler ve tedavi etmek için de herhangi bir çaba göstermezler. Bunlar cehl-i mükerrep (kendilerini alim olarak gören cahiller) içindedir. Şeriat zahirdir, ancak bu hastalıklar manevidir.

Allah-u Zülcelâl bu cehl-i mükerrep içinde olanlar hakkında şöyle buyurmuştur:

"De ki: size amelleri en çok hüsrana gidenleri haber vereyim mi? Kendilerinin gerçekten sanat yaptıklarını sandıkları halde, dünya hayatında çabaları boşa gitmiş olanları." (Kehf 103-104)

SADIKLARLA BERABER OLMAK

Mürşid-i kamile intisabın gerekliliği konusuna işaret bir ayet-i kerime şöyledir:

"Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve sadıklarla beraber olun." (Tövbe, 119)

Sadıklarla beraber olmak nefsin temizlenmesi ve güzel sıfatlarla bezenmesidir. Bu sayede takvada muvaffak olmak mümkündür. Bunu başarabilmek için de bir mürşid-i kâmile intisab etmek ve onların sohbetlerinde bulunmak şarttır. Çünkü sadıklarla beraberlik cismani olarak sohbetle, ruhani (manevi) beraberlik ise rabıta ile olur.

Sadıklarla beraber olmanın ve bir mürşid-i kâmile intisab etmenin faydası ve tesiri; hem ameli olarak zahire iktida etmesiyle, hem de ruhi olarak kendisine tesir etmesiyle meydana gelmektedir.

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Ashab-ı Kiram'ı, Adab-ı Ders ve Adab-ı Nefs olmak üzere iki şekilde terbiye etmişlerdir. Allah-u Zülcelâl Habibini bu iki adab ile adablandırmıştır. 0 da ashabını böylece adablandırmıştır.

Adab-ı Ders; zâhirî olarak yapılan bütün ibadetlerin Allah-u Zülcelâl'in istediği şekilde yapılmasıdır.

Adab-ı Nefs; nefsin ve ruhun kötü sıfatlardan temizlenmesi ve güzel sıfatlarla muttasıf (bezenmiş) olmasıdır.

Allah-u Zülcelâl'in veli kulları da bu iki Adabla Adablanmışlar ve kendilerine tâbi olanları da bu şekilde adablandırmaktadırlar. Çünkü mürşid-i kâmiller, bir silsileye dayalı olarak günümüze kadar gelmişlerdir. İşte bu sebeple, Peygamber Efendimiz (s.a.v)'in gerçek manada varisleri olan mürşid-i kâmillere intisab etmek ve onlardan istifade etmeye çalışmak son derece faydalı ve gereklidir.

Peygamber Efendimiz (s.a.v) hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:

"İyi kişilerle ve kötü kişilerle oturup kalkmanın misali, misk kokusu satan kimse ve demircilerin misali gibidir. Bir kimse misk satan birisi ile beraber olduğu zaman, misk satan kişi cömertlik yaparak miskinden bir miktar arkadaşına verecektir, ya da arkadaşı bir miktar satın alacaktır. Almasa dahi o miskin kokusu üstüne siner. Demircilik yapanla arkadaş olduğu zamansa ya elbisesi onun ateşinden yanacak veya üstü kirlenecek yada onun pis kokusu üzerine sinecektir" (Sahihi Buhari; Zebh)

İşte iyi kişilerle oturmak misk satan kimsenin yanında oturmak gibidir. İyi kişilerle oturduğun zaman ya sana sohbet yapar yada sen ondan sorup öğrenirsin yada onlarla beraber olduğun için Allah-u Zülcelâl'in rahmeti senin üzerine de gelir ve muhakkak menfaat sağlarsın.

Kötü kişilerle beraber olduğun zaman ise ya sana kötü bir amel yaptırır ya ondan kötü bir âhlak öğrenirsin yada Allah-u Zülcelâl'in gazabı onların üzerine geldiği için sana da gazap ilişir ve dünya ve ahiretine zarar verir. Kumarcının yanında bulunan kumarcı olur, hırsızın yanında bulunan hırsız.

İbn-i Abbas (r.a.)'dan rivayet edilen bir hadis-i serifte Peygamber Efendimiz (s.a.v)'e: "Hangi kimselerle beraber olmak daha hayırlıdır? Diye sordular. Buyurdular ki:

"Görülmesi Allah'ı hatırlatan kimselerle." (Mecmeuz Zavaid, c.l, s. 226.)

Diger bir hadis-i serifte:

"Kişi kendi dostunun dini üzerinedir. 0 halde kişi kiminle dostluk yaptığına baksın." (Ebu Davut, Tirmizi; Kitab'uz-Züht) buyurulmuştur.

Hz. Ömer (r.a.)'den rivayet edilen bir hadis-i serifte de Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

"Allah-u Zülcelâl'in bazı kulları vardır. Onlar ne peygamberdir ne de şehittirler. Fakat peygamberler ve şehitler onlara verilen makam dolayısıyla gıpta edip imrenirler."

Ashab-ı Kiram: "Ya Resulallah! Onlar kimdir" diye sor dular? Hz. Peygamber (s.a.v) buyurdu ki:

"Onlar (aralarında) neseb ve akrabalık olmadığı, mal alış-verişi olmadığı halde birbirlerini Allah için sevenlerdir. Onların yüzü nurdur, nur üzerindedirler. İnsanların korktukları günde onlara korku yoktur. İnsanların hüzünlü oldukları günde onlar mahzun da olmazlar." (Ebu Davut,) Daha sonra şu âyet-i kerimeyi okudu:

"Dikkat edin! Allah'ın veli kulları için korku yoktur. Mahzun da olmazlar." (Yunus,62)

Sahabe-i Kiram'dan Hanzala (r.a.) şöyle buyurmuştur: "Bir gün Ebu Bekir (r.a.)'le karşılaştım. Bana nasılsın diye sordu? Ben de: "Hanzala münafık oldu" cevabını verdim.

"Sübhanallah ne diyorsun?" diyerek çok şaşırdı. Dedim ki biz Peygamber Efendimiz (s.a.v)'in yanında olduğumuz zaman cenneti, cehennemi sanki gözlerimizle görür gibi oluyoruz. Onun yanından ayrıldıktan sonra çoluk çocuğumuzla meşgul olduğumuzdan dolayı, o halleri yaşayamıyoruz. O zaman Ebu Bekir: (r.a.)

"Ben de öyleyim" dedi. Bunun üzerine beraberce Peygamber Efendimiz (s.a.v)'e gittik: Ben dedim ki:
"Ya Resulallah! Hanzala münafık oldu" Resûlüllah (s.a.v);
"Neden öyle söylüyorsun" diye sordu.
"Yanınızdan ayrılınca bu hal bizden gidiyor" dedim. O zaman Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurdu:

"Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki eğer benim yanımda olduğunuz gibi evinizde de o şekilde olsanız, melekler sizinle yolda yürüdüğünüz zaman ve yataklarınızda (sizinle) musafaha (el sıkışmak; sevgi göstermek) yapar. Fakat ya Hanzala! Bir saat öyle, bir saat böyle, diye üç defa tekrar etti." (S.Müslim; Tevbe )

Görüldüğü üzere peygamberlerle ve onların varisleriyle beraber olmak, insana ahireti hatırlattığı gibi kişi sanki cennet ve cehennemi görüyor gibi olmaktadır. Bu hal onların yanından ayrıldıktan sonra değişmektedir. İşte zikretmiş olduğumuz bu ayet ve hadisler, peygamberlerle ve onların varisleriyle beraber olmanın gerekliliğine açık birer delil teşkil etmektedir.

İnsanın kendi yüzünü görebilmesi icin güzel bir aynaya bakması lazımdır. Ayna olmadığı zaman nasıl kendini göremezse, hatalarını görebilmesi ve bunları iyileştirmeye çalışması için de bir mürşid-i kâmile gitmesi ve hatalarını, sıkıntılarını anlatarak çarelerini bulup bu manevi hastalıklardan kurtulması lazımdır. Çünkü Peygamber Efendimiz (s.a.v):

"Mü'min mü'minin aynasıdır." (Buhari; Kitab'ül Edep) buyurmuştur.

Yine bu konuda Allah-u Zülcelâl de şöyle buyurmuştur:

"Muhakkak size; Allah'a ve son güne ümit besleyip te, Allah'ı çokça ananlar için Allah'ın Rasulünde pek güzel bir örnek vardır." (Ahzap;2l )

Bu âyet-i kerimede Allah-u Zülcelâl, Peygamber Efendimiz (s.a.v)'e tabi olmayı ve ona ittiba etmeyi Ashab-ı Kiram'a öğretmektedir. Nasıl Asr-ı Saadet'te Peygamber Efendimize (s.a.v) iktida edip tabi olunmuş ise aynı şekilde O'nun varislerinin yanında olup, onlara uymak suretiyle Allah-u Zülcelâl'e yönelmek icab etmektedir. Allah-u Zülcelâl'in işareti ve emri bu yöndedir.

Bundan dolayı hakiki varislerle beraber olmak, sohbetle-rine devam etmek ve irşadları altına girmek şarttır. Böylelikle imanımız kuvvetlendiği gibi, emraz-i kalbiye (kalbi hastalıklar) ve nefsimizin kusurları kaybolmaya yüz tutarak güzel sıfatlarla bezenmeye başlarız.

Bütün bunlardan sonra ortaya çıkan şudur. Nefsi tezkiye etmek ayrı bir şeydir, Kur'an okumak ayrı bir şeydir.

Nasıl bir kimse tıp kitaplarını okuyup öğrenmekle kendi hastalığını tedavi edemiyor da mutlaka bir doktora ihtiyaç duyu-yor ve de o doktorun vereceği ilaç ve perhizleri uygulaması gerekiyorsa; kalbî hastalıklar da bir manevî dokturun vereceği ilaç ve perhizleri uygulayarak, yapmış olduğu tavsiyeleri tutarak kendini tedavi edip, hastalıklardan temizlenebilir.

Mürşid-i kâmil ile beraber olmak ve onların sohbetlerinde bulunmanın ehemmiyeti ve fazileti anlatılamayacak kadar çoktur.

Nitekim Allah-u Zülcelâl âyet-i kerimede;

"Müminlerden bazı erkekler vardır ki Allah'a söz verdikleri şeylerde sadıktırlar." (Ahzap,23) buyurmuştur.
Yani "ahd-i misakta" verdikleri söze, Allah-u Zülcelâlin emir ve nehiylerine uymakta sadıktırlar. Başka bir âyet-i keri-mede de şöyle buyurulmuştur:

"Sabah akşam Rablerinin rızasını dileyerek O'na dua eden kimselerle sabret. Sen dünya süsünü arzu ederek onlardan gözlerini ayırma. Bizi anmak konusunda kalbini zikrimizden gafil bıraktığımız, keyfinin ardına düşmüş, işi haddi aşmak olan kimseye uyma." (Kehf,28)

Bazı müfessirler, ayetin ilk kısmında geçen "O'na dua eden kimselerle sabret" cümlesinde kast edilenlerin Sahabe-i Kiram olduğunu belirtmişlerdir. Bunun için Peygamber Efendimiz (s.a.v):

"Allah-u Zülcelâl'e hamd ediyorum ki benim ümetimden öyle kimseler vardır, Rabbim bana, nefsini onlarla beraber hapset diye emirde bulundu" buyurmuştur.

Başka bir ayet-i celilede Allah-u Zülcelâl şöyle buyurmuştur.

"Hem o gün zalim, ellerini ısırarak; "Eyvah bana! Keşke peygamberlerle birlikte bir yol tutsaydım" der. "Vay şu başıma gelene! Keşke filanı dost edinmeseydim. And olsun o gerçekten bana gelmişken, beni zikirden (zikrullah/ Allah'ın kitabı, peygamberin vaazı, nasihatı) alıkoydu." Öyle ya şeytan, insana çok hızlankör (yardımsız bırakan) dır." (Furkan; 27, 28, 29)

Yine bir başka Ayet-i Kerimede:

"Kıyamet gününde dostlar birbirine düşmandır. Ancak muttaki (Allah dostları, onların dostları) kullar müstesnadır." (Zuhruf, 67) Buyurulmuştur. Demek ki onların dostlukları kıyamette de devam etmektedir.

Aklı olan herkes, şuurlu bir sekilde düşündüğü zaman, Allah-u Zülcelâl'in dostları ile beraber olmayı, onlarla sohbet etmeyi ve mü'min kardeşleriyle yardımlaşmanın faydalı olduğunu itiraf edip, bunun Allah-u Zülcelâl'e ulaşmak ve rızasına nail olmak için şart olduğunu kabul edecektir.

ASHABIN MANEVİ TEDAVİSİ

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Ashab-ı Kiram-ı sadece zâhirî bilgi vermek yoluyla değil, aynı zamanda onların manevi hastalıklarıyla bizzat ilgilenerek çeşitli tavsiyelerde bulunarak ve manevi tedavi usulünü kullanarak yetiştirmiştir. Bu durumlara bir kaç örnek verebiliriz.

Ubeyb bin Ka'b şöyle buyurmuştur: "Bir gün camide bulunduğum bir sırada adamın biri geldi ve Kur'an okudu. Ben onun okumasını beğenmedim. Başka bir adam gelerek yine Kur'an okudu. Onun kıraatı önceki adamın kıraatı gibi değildi. Namazlarımızı bitirdikten sonra hepimiz Peygamber Efendimiz'in (s.a.v) yanına gittik.

Ben dedim ki: "Ya Resûlallah! Bu Kur'an okudu, ben onun okumasını beğenmedim. Bu da okudu daha çok beğendim. Peygamber Efendimiz (s.a.v) ikisine de Kur'an okuyun buyurdu. Onlar Kur'an okudular, ikisinin kıraatını da güzel buldu. O zaman nefsime, önce okuyan kişinin okuması yanlış geldi. Cahiliye buğzu kalbime geldi. Peygamber Efendimiz (s.a.v) kalbime vurdu ve bende şiddetli bir terleme oldu. Sanki Allah-u Zülcelâl'in tecelliyatını görüyor gibi oldum ve o düşünce benden gitti." ( Muslim; fi Beyan'il Kur'an.)

Görüldüğü gibi Ashab-ı Kiram zâhiri ilimle kendilerini tedavi edemiyorlardı. Peygamber Efendimiz (s.a.v) doktorluğundan istifade etmek, eczanesinden ilaç alıp kullanmak suretiyle kendilerini tedavi edebiliyorlardı. Peygamber Efendimiz (s.a.v)'in ashabının kalbine vurması O'nun manevi tasarrufudur. Allah-u Zülcelâl âyet-i kerimede:

"O'dur ümmiler içinde kendilerinden olup onlara ayetlerini okuyan, onları temize çıkarıp parlatan, onlara kitap ve hikmet öğreten.." (Cuma;2) buyurmuştur.

BATINİ - KALBİ AMELLER

Allah-u Zülcelâl nasıl zâhirî azalarımızla yaptığımız kötü hareketleri haram kılmışsa, bâtınî olan; kin tutmak, riya (gösteriş) da bulunmak, hased etmek gibi kötü hareketleri de haram kılmıştır. Öyle ise bu bâtınî olan kötü sıfatları da izale etme çabasına girmemiz gerekir. Bunun yegâne yolu da şânı büyük olan tasavvuf yoluna girmektir.

Tarih ve fıkıh alimi, İbn-i Haldun (ks) şöyle demiştir: "İhlas ilmini okumak; ucub, riya, hased gibi manevi hastalıkları bilmek ve bunlardan muhafaza olmaya çalışmak farz-ı ayndır (her müslümana farzdır). İnsanın nefsi için her birisi birer afet olan kibir, gazap, cimrilik, ihanet gibi hastalıkları bilmek ve kendini bunlardan muhafaza etmek de farz-ı ayndır."

Peygamber Efendimiz (s.a.v):

"Kalbinde zerre kadar kibir bulunan, cennete giremez." (Muslim; Kitab'ul İman ) buyurmustur.

Tüm bunlardan sonra bizim için en önemli görev, kendimizi bu kabih (çirkin) hastalıklardan temizleyip, halis bir kalble Allah-u Zülcelâle yönelmektir. Bu da ancak tasavvuf ile mümkündür.

Sonuç olarak tasavvufun aslı; Kur'an ve Sünnet yolunda yürümektir. Tasavvuf üstadlarının tarif ettiği yoldan, ne olursa olsun ayrılmamaktır. Bidatleri, boş arzuları, nefsanî istekleri terk etmektir. Hürmet gösterilmesi gereken mübarek zatlara ve diğer mahlukata karşı saygıda kusur etmemektir.
GÜLİSTAN ARAŞTIRMA SERVİSİ

Kaynak:Gülistan Dergisi
49. Sayı-Ocak 2005
www.gulistandergisi.com/dergi_oku.php?=218


Konular