Zehirli | Konular | Kitaplar

SEYYİD KUTUP KİMDİR ?

Seyyid Kutub hakiki manada bir din âlimi değildir. Sosyoloji okumuştur, edebiyatçıdır, gazetecidir. Öncelikle bunu tesbit etmemiz lazım.
“Fî-Zılali’l-Kur’an” da tefsir değil, âdeta romanvari üslupla dinî bilgisi olan bir gazeteci tarafından kaleme alınmış bir eserdir.

Ahmed Davudoğlu merhum, onun için, ”Seyyid Kutub bir ediptir, biraz dini kültürü vardır. Sözü dinde sened olamaz. Çünkü, (icazetli) din alimi değildir” demiştir. [Bkz. Ahmed Davudoğlu, Dini Tamir Davasında Din Tahripçileri]

Mütefekkir ve eskilerin tabiriyle âdeta yed-i tûlâ sahibi diye tavsif edebileceğimiz çok değerli bir yazarımız da bir makalesinde, onun ve irtibatlı bulunduğu İhvân-ı Müslimîn hakkında şu dikkat çekici değerlendirmede bulunmuşlardır:

“…Bizim ‘İslamcılar’ın büyük bir kısmında İhvân’a karşı bir sempati ve etkilenmişlik hâli vardır. Sempati bende de bir yönden vardır ama etkilenmişlik hiç yoktur. Müellifleri belirtilmeden Elmalılı Tefsiri ile Fîzilâl’i verselerdi, ikisi hakkındaki kanaatimi sorsalardı; ‘birini derin bir âlim yazmış, diğerini bir miktar dini bilgisi olan bir gazeteci’ derdim. Hâlbuki bizdeki bir kesimi Seyyid Kutub ve Fîzilâl çok etkilemiştir.

“İhvan, tepkisel bir harekettir, ‘basitleştirmeyi ve kolaycılığı’ öne alan bir yorumlama tarzı vardır. İslâm’ı iyi anlatıyor değillerdir. Ayrıca İhvân’ın çok gücü de yoktur ve herhangi bir fikrî gelişme göstermeye elverişli ve yatkın da değillerdir. Yönetimleri ele geçirmeleri ve hürriyetçi düzenler kurmaları, gayrimümkün bir ihtimaldir. Yani hayal ötesi bir şeydir…” [Ahmet Selim]

Bir insanın sözünün dinde sened olabilmesi için icazetli Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat âlimi olması lazımdır. Hele icâzetsiz birinin tefsir yazması cinayettir. Zira icazetsiz ilimde hayır yoktur.

Şehid olmuş mudur, olmamış mıdır meselesi için, Necip Fazıl şöyle diyor: ”Sahte Kahramanlar konferansımda gerçek kahraman olarak göstermiştim. Fakat sonradan gördüm ki, Seyyid Kutub bir İbni Teymiyye meddahıdır ve kellesini kaptırdığı sosyalizma yularının zoruyla Hazret-i Osman’a (r.a.) adaletsizlik isnad eden ve dil uzatan bir bedbahttır. İdam edilmeden bu sapıklıklarından istiğfar ettiğini söyleyenler oldu. Eğer öyle ise şehid.. Değilse, mücadelesi kafire karşı bir sapığın davranışından ileri geçmeyen bir zavallı.” [Bkz. N.Fazıl Kısakürek, Doğru Yolun Sapık Kolları]

Gerek tefsirinde gerekse diğer eserlerinde ciddi manada ilmî yanlışları vardır. Mesela tefsirinde;

- “Ebâbil kuşları”na mikrop demesi…

- Milletin anlamayacağı hususları ölçüsüz bir şekilde “bana göre” mantığına göre yorumlaması…

- İslâm i hukukla idare edilmeyen bir devlette çalışan bütün memurların küfrüne hükmetmesi…

Bunlar olacak şey değil. Bırakın bir ilim adamını, sıradan bir Müslümanın bile söyleyemeyeği laflar…

İslâm hukukunun nerede, nasıl uygulanacağı, Müslümanların oralarda neye nasıl uyacakları bellidir. Dâru’l-İslâm ve Dâru’l-Harp hukukunu birbirine karıştırmamak lazım. Bunlar fukahamız tarafından en hurda teferruatına varıncaya kadar işlenmiş, tesbit edilmiş hukuk normlarıdır. Tekerleği yeniden keşfetmeğe kalkışmanın gereği de faydası da yok. Hele hele bu şekilde kaş yarıp göz çıkartmanın kimseye bir yararı olmaz, zararından başka…

Seyyid Kutub, dikkat edilirse, usta bir edebiyatçı ve kıvrak bir gazeteci, söz ustası bir politikacı gibi yaldızlı ve heyecanlı konuşmaları-yazıları ile dinleyicilerini-okuyucularını vecde getirip coşturan bir hatiptir, yazardır. Bir bakıma hayranı olduğu İbn Teymiye gibidir. Yine o, kapalı bir hazineyi satılığa çıkaran bir tellal gibi, İslâm iyeti sadece övmekte, içini açıp cevherleri teşhir etmeyip, İslâm âlimlerini ve onların kütüphaneler dolusu eserlerini sanki gençlerden saklayıp, kendi görüşlerini yegâne geçerli din bilgisi olarak teşhir etmektedir.

Mûmâileyh, sanki bir sâhir rolünde okuyucularını teshire çalışırken, çok yerde tezatlara düştüğünü, kendi kendini yalanladığını dahi fark edememiştir.

İslâm iyeti ‘kendine göre’ yorumlaması, yazdıklarını benimseyenleri -Allah korusun- manevi açıdan sıkıntıya sokabilecek derecede sakıncalı ve tehlikelidir.

Mesela Maide suresinin 115. ayetini tefsir ederken, “Semadan sonra inme kıssası, hıristiyan kitaplarında, Kur’an-ı Kerimde varid olduğu gibi zikredilmez. Hazreti İsa’nın vefatından çok sonra kaleme alınmış olan bu İncillerde…” demektedir. “Halbuki onu ne öldürdüler, ne de astılar” [Nisa suresi, 157] ayet-i kerimesini daha önce kendisi uzunca açıklamıştı. Görüldüğü üzere ayet-i kerime, İsa Aleyhisselâm’ın öldürülmediğini, tereddüde mahal kalmayacak tarzda belirtiyor. Seyid Kutub’un öldürüldü diyerek tefsir ettiği ayette ise şöyle buyruluyor: “…yâ îsâ müteveffîke ve râfiuke ileyye ve mutahhiruke mine’l-lezîne keferuu ve câılüllezîn’t-tebaûke fevka’l-lezîne keferuu ilâ yevmi’l-kıyâmeti…:

Meali: Ey İsâ, şüphesiz ki seni öldürecek olan (onlar değil) benim, seni kendime yükseltip kaldıracak, seni küfredenlerin içinden tertemiz (kurtarıb) çıkaracak ve sana tâbi olanları kıyaamet gününe kadar küfredenlerin üstünde tutacak da (benim).” [Âl-i İmrân suresi, 55] Görüldüğü gibi ayette, göğe çıkarılma işinin tam olduğunu haber veriyor Cenab-ı Mevla…

Burada, İsa aleyhisselâmın öldürüldüğünü savunan Seyyid Kutub’un, hakikatleri ne denli görmezden geldiğine şâhit oluyoruz.
----------------------------------------------------------
İbni Teymiyye Hayranlığı

“Cihan Sulhü ve İslâm “ kitabında İbn Teymiyye’ye bağlılığını ifadeden geri kalmayan Seyyid Kutub’un yanlışlarını göstermesi açısında bazı misaller verelim. Bu misaller, yüzlercesi arasından seçilmiş sadece birkaçı…

Söz konusu kitabında şöyle diyor: “Devletçilik sahasında çalışmalar henüz pek azdır. İslâm ‘ın bu tarafı gereği kadar açıklanamamıştır.”

S. Kutub, İslâm ‘ın bu tarafını kendisi açıklayacakmış. Halbuki tek başına 600 senelik Osmanlı devletinin kanunları, arşivlerdeki fetvaları sayılamayacak kadar çoktur. İslâm’da devletin ne olduğunu, vazifelerini, sorumluluklarını anlatan binlerce belgeyi, kitabı incelemek için bir ömür yetmez. Söyledikleriyle neyi kastediyorsa… gerçekten anlamak güç.

“İslâm ve Medeniyetin Problemleri” adlı kitabında ise bakın ne diyor: “İslâm toplumunu inşa ederken, bağlı olduğumuz şey, İslâm fıkhı değildir. Bu fıkha yabancı kalmıyor isek de, bağlı olduğumuz şey; İslâm yolu, İslâm düsturu, İslâm anlayışıdır.”

İslâm toplumunu inşa ederken dayanakları, fıkıh-hukuk kitapları ve asırlar boyunca yazılan devlet idaresi ve devletin fonksiyonları ile alakalı eserler değil de, Seyyid Kutub’un “İslâm yolu, İslâm düsturu, İslâm anlayış”ı imiş. Ne demekse..? Herhalde fukahanın içtihatları-görüşleri değil, “ona göre” olanlar… Kendisi ne anlıyorsa o.

***

Bütün insanlar bir aile midir?

Yine “Cihan Sulhü” kitabında; “İslâm ‘a göre bütün insanlar, birbirlerine yakın bağlarla bağlı bir ailedir” diyor.

Sosyalist düşünceye uygun çok mutlak bir ifade. Nereye uzatırsan oraya gidebilecek türden bir söz. Oysa Müslümanın Müslümanla olana münasebeti ayrı, gayrimüslimlerle olan ilişkileri farklıdır. İki milletin yakın bağlarla bağlı bir aile olabilmeleri için, ‘iman’ şarttır.

Mücadele suresinin son ayet-i kerimesinde de, “Allah’a ve ahiret gününe inanan bir milletin, babaları, oğulları, kardeşleri, yahut akrabaları da olsa Allah’a ve Rasûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini görmezsin” [ayet: 44] buyrulmaktadır.

Yani Allah Teâlâ ve Peygamberi, mü’minler ile kâfirleri ayırmamızı, farklı kategorilerde değerlendirmemizi emrediyor. Yalnız mü’minlerin kardeş oldukları, bir kalenin duvarı gibi sapasağlam aile olacakları bildiriliyor.

Seyyid kutub yine “Cihan Sulhü” kitabında şöyle diyor: “İslâm iyet diğer dinlere nefret manasını taşıyan dini taassubu kabul etmez.”

Bu cümleler biraz tanıdık geldi değil mi? Hemen her zaman kendi çevremizde ve özellikle de medyamızda duyduğumuz nakaratlar… Her neyse, Seyyid Kutub bir nevi ‘kâfirleri sevmemeye’ taassup damgasını vuruyor.

Muhammed Masum (k.s.) hazretleri Mektubat’ının 29. Mektub’unda şöyle buyuruyor:

“Kâfirleri sevmemek, onlara kalp ile buğz etmek ve daru’l-harpte bulunanlarına sert davranmak ve onlarla mücadele etmek Kur’an-ı Kerim’de açık olarak emredilmiştir.”

Tevbe suresi 94. ayet-i kerimede, “İman edip de hicret edip, mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihad edenler, Allah katında en büyük dereceye sahiptirler. İşte bunlar murada ermiş olan mutlu kullardır” buyruluyor. Cihad, usûlünce kâfirlere emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker’de bulunmaktır. Cihadı en başta İslâm devleti yapar, sonra da sırasiyle âlimler-âmirler ve sair fertler…

İmam-ı Rabbani (k.s.) hazretleri Mektubat’ın 2. Cildi 69. Mektub’unda buyuruyor ki: “Kâfirlere karşı muharebeye giderken, Allah Teâlâ’nın ismini ve dinini yaymaya ve din düşmanlarını zayıflatmaya niyet etmelidir. Müslümanlara böyle emredilmiştir. Cihad da bu demektir.”

Cihad, kıyamete kadar devam edecektir. Hâle, şartlara göre belli usûl çerçevesinde… Hiçbir devirde terki söz konusu değildir.

Bu mevzuda daha pek çok şey söylenebilir. Ancak meselenin özü budur

***

Zekâtta İbn Teymiyye’ye tâbidir

Seyyid Kutub “Cihan Sulhu ve İslâm “ kitabında şöyle diyor: “Zekât, her sene esas servetten yüzde iki buçuk mikdarında tahsil edilir. Bu vergiyi, her vergiyi tahsil ettiği gibi, ancak devlet tahsil eder. Sarf edilmesi ile vazifeli olan da, devlettir. Yüzyüze ve iki ferd arasında meydana gelen bir muamele değildir. İşte zekat bir vergidir. Bunu devlet tahsil eder ve belirli yerlere sarfeder…. Eğer bu gün bazı kimseler zekâtını bizzat kendi elleri ile dağıtıyorlarsa, bu, İslâm ın farz kıldığı bir şekil ve nizam değildir.”

Seyyid Kutub, zekât üzerinde de İbn Teymiyye’nin sözlerini tekrar etmekten kendini alamamıştır. Burada da Ehl-i Sünnet’ten ayrılmıştır.

Oysa zekâta tâbi olan mallar, emval-i batıne ve emval-i zahire diye iki kısma ayrılır. Nakit paralarla, evlerde, mağazalarda bulunan ticaret malları, emval-i batınedir. Saime denilen hayvanlarla bir kısım arazi mahsulatı ve madenler ile yeraltındaki hazineler ve gümrüklere uğrayan ticaret malları ile nukut da emval-i zahiredendir. Bunların hepsi de birer muayyen nispette zekâta tâbidirler. Tahsilatını da İslâm devleti yapar ve Kur’an’da belirlenen kişi ve yerlere sarf eder.

Batıni malların zekâtlarını vermek ise, sahiplerinin diyanetine (dine bağlılık durumlarına göre kendi inisiyatiflerine) havale edilmiştir. Bunlar, bu malların-varlıklarının zekâtlarını diledikleri fakirlere, muhtaçlara ve sair kişi ve yerlere bizzat verebilirler.

***

Devlet toplumun malını istediği gibi alırmış

Seyyid Kutub “Cihan Sulhu” adlı kitabında hezeyanlarına devam ediyor: “Devlet yalnız vergi yolu ile değil, şahsi mülkiyetlerden ihtiyacın gerektirdiği miktarı karşılıksız ve iade etmemek üzere alır. Toplumun umumi ihtiyaçlarına harcar” diyor.

Aslında tam da günümüzde bazı sözüm ona devletlerin arzu ettikleri bir fetva. Malum, onlar da nereden vergi alsak diye zaman zaman sıkıntıya düşüp kara kara düşünüyorlar!.. Demek ki düşünmenize gerek yok, Seyyid Kutub’un aklına uyarak milleti soyabilirsiniz.

Oysa devlet, bir başkasının mülkünü kullanması için birilerine emredemez. Mesela filancanın malını, falanca kimseye ver diye birisine devlet tarafından emredilemez.

Nitekim İmam Ahmed’in (rh.) Müsned’inde ve Ebu Davud’da geçen bir hadis-i şerifte ise, Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor: “Hiç bir müslümanın malı, kendi gönül rızası bulunmadan helâl olmaz.” [Ebü Davûd, Sünen, Menâsık 56]

Seyyid Kutub’un sosyalist yaklaşımı, İslâm fıkhından ne kadar uzaklaştığının da bir göstergesidir. Çünkü onun savunduğu düzen, adaletin olmadığı sosyalist sistemlerde mevcuttur. İslâm’da ise kapitalist bir sistem yoktur. Herkes alın terinin, çalışmasının karşılığını bulur. Devlet de, reisleri de milleti sömürmez, adaletle hükmetmek mecburiyetindedir.

Konular