Zehirli | Konular | Kitaplar

mezhep tanımıyanlar

Nüzûl-i İsa Hadisleri: Mustafa İslamoğlu'nun bir soruya verdiği cevap üzerine

Hz. İsa’nın nüzûlü konusu İslam modernistlerinin İslam algısında kırılma noktalarından birini oluşturuyor. Bu kesimin nüzul-i İsa ve benzer konulara karşı alerjik tavrını anlamlandırmak için modern düşüncenin, içeriğinde olağanüstülük bulunan dinî konular karşısındaki takıntısıyla irtibatı ayrıca sorgulanmalı elbette. Ama şimdilik şunu söylemek mümkün; İslam modernistlerinin işbu takıntısı sebebiyledir ki, peygamberlerin mucizelerinden kıyamet alametlerine kadar ayet ya da sahih hadislerde açık ifadesini bulan birçok mesele bugünün müminleri için ayrı birer imtihan konusu olmuştur.
Mezkur kesim öncülüğünde televizyon ekranlarına kadar uzanan tartışmalar bu gibi konuları birçok Müslümanın zihninde çözüm bekleyen sorunlar haline dönüştürmüş ve haliyle şu soruyu gündeme taşımıştır:

Kendilerini Mezheb İmamlarından Üstün Görenler!

Yel değirmenlerine saldıran Donkişotlar misali, kendilerini mezheb imamlarından üstün görüp onların kurdukları sistemleri yıkma gayretinde olan çakma müçtehidler, dîne hizmet iddiasıyla aslında dinî bir müesseseyi tahrip etmeye çalışmaktadırlar. Böylece hem kendilerini, hem de kendilerine tâbi olanları helâke sürüklemektedirler.

Sizlerin de malumu olduğu üzere, “Mezhebsizlik, Dinsizliğin Köprüsüdür” cümlesi, yirminci yüzyılda yetişmiş en büyük âlimlerden olan, merhûm Muhammed Zâhid el-Kevserî’ye aittir ve bu hikmetli söz, onun “Makâlât” kitabında yer alan bir makâlesinin başlığıdır.

Zâhid el-Kevserî bu sözüyle mezhepsizliği, dinsizliğe giden bir köprü olarak telâkki etmiştir. Evet dinsizlik dememiştir lakin hiçbir mezhebi kabul etmemenin, insanı böyle bir âkıbete sürüklediğine de işaret etmiştir.

Çünkü Mezheb; Dinî bir hüküm koymanın, içtihad da bulunup fetvâ vermenin bir kuralı ve sistemidir.


Yani mezheb demek, ilmî bir metod ve sistem demektir; mezhebsizlik ise kuralsızlık ve metotsuzluktur. Bir kurala ve kâideye uymadan yapılan işler ise, karışıklığa ve yanlışlığa düşmeye mahkûmdur.

Dolayısıyla mezheb tanımayan tâifenin, Din hakkında söyledikleri sözler ve ileri sürdükleri hükümler, daha başından yanlıştır ve bâtıldır.

BAZI ŞAHISLAR

Soru: "Mevdudi, Seyyid Kutub, C. Efgani, M. Abduh, Hamidullah, Yusuf Kardavi, M. Ebu Zehra'nın Ehl-i Sünnet dışı olduğu şayi olmuştur, bunların kitaplarından istifade edilemez mi? İbn-i Teymiyye, tilmizi İbn-i Kayyım el Cevzi ve İbn-i Rüşd için de hakeza..."

Cevap: Adı zikredilen şahısların hepsini aynı kategoride değerlendirmek doğru değildir. Her birinin kendine mahsus görüşleri ve tavırları vardır. (Bu genellemeden İbn Teymiyye ve İbnu'l-Kayyım'ı hariç tutmak gerekir. Zira el-Kevserî merhumun tabiriyle "İbn Teymiyye'nin ayağını kaldırdığı yere İbnu'l-Kayyım basmıştır." Yani İbnu'l-Kayyım, üstadının izinden ayrılmamıştır.)

Soruda zikredilen sırayla bu isimler üzerinde kısaca durmadan önce genel bir tesbit yapalım: Bir kimsenin Ehl-i Sünnet olup olmadığı, özellikle onun itikadî görüşlerine bakılarak bilinir. İtikadî sahada Ehl-i Sünnet çizgiyi benimsemiş olan bir kimse, Fıkhî/amelî sahada dört mezhep dışında kalan bir mezhebi iltizam etmiş olabilir; ya da müstakil mezhep sahibi olduğunu ileri sürebilir. Onun bu iddiasını tartışmak ayrı bir konudur; itikadî tercihi ile bu nokta birbirine karıştırılmamalıdır.

‘KOLAYLAŞTIRILMIŞ DİN’ ANLAYIŞI

Sanki Din bizi, ne halde bulunuyorsak o halde rahatlatmak ve her halükârda tercihlerimizi onaylamak için gönderilmiş gibi, hayatımızı Din’e göre değil, Din’i hayatımıza göre ayarlamanın peşindeyiz sürekli.

Günümüzde Ümmet-i Muhammed olarak yaşadığımız en önemli problemlerden birisi, küresel hale getirilmiş Batılı hayat tarzı ve düşünme biçimi karşısında nasıl hareket edeceğimizi bilemeyişimizdir.

Bu çerçevede yapılması gereken şey, dayatmalar karşısında küresel sisteme adapte olarak müslüman kalmanın yollarını aramak mıdır? Bu soruya “evet” cevabı verdiğimizde hareket tarzımızı ve alanımızı, doğrularımızı ve yanlışlarımızı küresel sistemin belirlemesine evet demiş olacağız.

Evet, ahir zamanda yaşadığımız bu hali, bir “geçici arıza durumu” olarak tespit edip, problemlere bu anlayış doğrultusunda cevap üretmeye çalışmak bir çözüm yolu olarak görülebilir. Ancak bir yandan bu yapılırken diğer yandan da yaşadığımız arıza durumunun düzeltilmesine çalışmak, bunu “nihaî hedef” olarak daima göz önünde tutmak bu işin olmazsa olmazıdır.

DOĞRU, HİÇ BİR ŞEY YENİ DEĞİLMİŞ !...

Pakistan’ın Karaçi şehrinde bulunan , El Mektebetu’l- Fârûkıyye namında bir yayın evinin neşrettiği, “Vakfe Me’a l – Lâ Mezhebiyye” isimli, Muhammed Ebû Bekir Ğâzî Fûrî tarafından, Arapça olarak yazılan bir kitap aldım. Yenilerde yayınlanmış. Hindistan ve Pakistan coğrafyasındaki, herhangi bir Mezhebin usûlünü benimseyip o çizgiden gitmeyi reddeden, Mezhebe uymayı, sapıklık ve bid’atçılık sayan, kendilerine, Ehl-i Hadîs, Ehl-i Sünnet, Ehl-i Eser ve Selefiyyûn isimlerini takan, başkalarının ise, onları, Mezhebsizler veya Vehhâbîler diye isimlendirdiği, Mezheb tanımayanlar Mezhebi, yani, Kur’an ve Sünneti belli bir usul ile değil de, usulsüzlük usulü ile anlayanlar ve anlatanlar taifesine karşı yazılan, onları, Suud’daki Vehhâbîlere veya kendilerine “Selefiler “diyenlere ihbar eden bir kitap. Aynı çoğrafyadaki, “Duyûbendîler” isimli, “Mutedil Hanefîliğ”i sürdüren ilim medresesine karşı yazılan, ama, anlaşıldığına göre, bir hayli de iftira ve karalamayı bulunduran kitaba karşı, tamamen değilse de, büyük ölçüde benzer bir üslup ile yazılan bu “Vakfe Mea’l-Lâ-Mezhebiyye” yani, mezhepsizlerle bir otur(up hesaplaş)ma namındaki kitabın yazarı, belli ki bir çok doğrularla bir çok yanlışları harmanlamış. Hınçla ve hışımla, bir hayli de intikam hissiyle kaleme alındığı görülen kitabın yazarının muhakkık bir âlim olmaktan çok, ateşli bir taraftarlık vasfı öne çıkmakta. Haklı olduğu hususları müdafaa edeyim ve bir takım yanlışları göstereyim derken, bir çok doğruları da yerle bir etmekte...

SELEFİYECİLER KÖR VE SAĞIR MI?

Sual: Selefiyiz diyenler, (Sen ölülere işittiremezsin) âyetini delil getirerek, Resulullah ölüdür, işitmez, şefaat ya Resulallah demek şirktir diyorlar. Ruhun ölmediği, şehitlere ölü denmeyeceği, onların diri oldukları, Allah’ın onları rızıklandırdığı, yiyip içtikleri Kur’anda apaçık yazılı iken, şehitlerden üstün olan Peygamberimizi nasıl ölü kabul ediyorlar? Nasıl o işitmez diyebiliyorlar?

CEVAP
İngiliz Casusunun itiraflarına göre, selefiyeciler [vehhabiler] dinimizi İngilizlerden öğrenmiştir. İngilizlerin kurdurduğu dinde böyle iddiaların olması yadırganmamalıdır.

(Sen ölülere işittiremezsin) demek, (Sen kâfirleri imana kavuşturamazsın) demektir. Bunun gibi, kinaye, mecaz ifade eden birçok âyet vardır. Bazıları şöyledir:
(Kâfirler sağır, dilsiz ve kör oldukları için, akledemezler, düşünemezler.) [Bekara 171] (Kâfirler sağır, dilsiz ve kör değildir. Hakkı işitmedikleri için sağır, doğruyu söylemedikleri için dilsiz, gerçeği görmedikleri için kör, denilerek hidayete kavuşmadıkları bildirilmiştir.) (Beydavi)

RESULULLAHI YALANLAYANLAR

Okuyuculardan e-mailler geliyor. Hadis, icma, âlim, mezhep falan tanımayanlar çıkıyor. Yalnız Kur’an diyorlar ama Kur’ana da inanmıyorlar. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:

(Resule itaat eden, Allah’a itaat etmiş olur.) [Nisa 80]
(O, kendisine vahyedilenden başkasını söylemez.) [Necm 4]
(Allah’ın yolu ile, Peygamberlerin yolunu farklı göstermek isteyenler kâfirdir.) [Nisa 150-1]

Bunları kabul etmeyen Kur’ana inanmış sayılmaz. Bir sapığın ibret vesikası olacak yazısı:

Sayın hocam, şunu peşinen söyleyeyim ki ben hiçbir gruptan değilim. Bana hizb-ul-Kur’an derler. Kur’an ne diyorsa o benim yolumdur. Ben mezhep meşrep tanımam. Kur’ana aykırı kim ne söylerse ret ederim. Babam bile olsa teper atarım. İmam-ı a’zam dediğiniz Ebu Hanife olsun, İmam Buhari olsun, İmam Gazzali olsun Kur’ana aykırı ise hiçbirisini kabul etmem. Hatta Resulullah bile Kur’ana aykırı söylese asla kabul etmem.

KUR'AN'I KENDİLERİNE GÖRE YORUMLAYANLAR-2-

Geçmişte olduğu gibi günümüzde de tasavvufî kavramlara şiddetle karşı çıkan Vahhabîler, gayet sert, katı ve sivri bir tutumla Allah'ın ayetlerini kendi düşünceleri doğrultusunda yorumlamışlardır. Yorumlarından elde ettikleri son derece yanlış şablonu Allah dostlarına ve müminlerin büyük çoğunluğuna tatbik etmişler, böylece onları müşrik saymakta sakınca görmemişlerdir.

Vahhabîlerin Kur'an ayetlerini kendilerine göre yorumlamalarının en çarpıcı örneklerinden biri, mübarek zatlar vesilesiyle Allah'tan yardım dileyenleri, onlardan himmet isteyenleri, -hâşâ- Allah'ı devre dışı bırakıp da O'nun dostlarından yardım istiyor gibi değerlendirmeleridir.

Bu değerlendirmeyi yaparken, Fâtiha Suresi'nde geçen “Ancak sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz” mealindeki mübarek ayeti de kafalarındaki şablona göre yorumlayarak, müminlere karşı sürekli bir balyoz gibi kullanmışlar ve kullanmaya da devam etmektedirler.

Yardım istemek şirk mi?

Halbuki bu ayet-i kerime maddi ve manevi konularda herhangi bir yaratıktan yardım istemeye mani değildir. Eğer öyle olacak olsaydı evliyadan yardım isteyen de, birinden para yardımı isteyen de, düştüğü kuyudan çıkmak için imdat isteyen de şirke düşmüş olurdu. Böylece dünyada hiçbir müslüman kalmazdı. Oysa müminlerin birbirleriyle yardımlaşmasını isteyen bizzat Allahu Tealâ Hazretleridir.

MUSTAFA İSLAMOĞLU

MUSTAFA İSLAMOĞLU : O’da Efgani mezhebsizini savunanlardan.[1] Türkiye’deki mezhepsiz reformcuları kaynak alarak kitaplar yazanların içinde kalemi güçlü bir isim. Hiç değilse İmamlar ve Sultanlar kitabında, imam-ı Azam (rh.a) efendimizi Ebu Hanife’den hariç “Azam” lakabı ile anabilmiş, Allah rahmet eylesin, şehid imamdır diyebilmiştir.Tabi burada maksadı tağuta karşı kendine malzeme olarak İmam-ı Azam efendimizi seçmek değilse !

Bu cümlelerinin onu Muhammed Abduh, İbn Hazm, İbn Teymiyye, M.Abdulvehhab, Mevdudi..vs. gibi isimlerin ve rafizi vehhabi etkilerinden kurtarmaya bir sebep olmasını dilerim. Zira kitaplarında kaynak olarak ele aldığı isimlerden bazılara bunlar ! Bu isimlerin ne korkunç itikad hırsızları olduğunu benim gibi ilimsiz biri tesbit edebildiğine göre, kendisinin bunları bilmemesi düşünülemez !Geriye bir tek ihtimal kalıyor : Bu isimlerin çağırdığı itikadı-Allah korusun- benimsiyor olmak !

Bahsi geçen kitabında (sh: 178) İmam-ı Yusuf (rh.a.) gibi bir müctehidi yargılaması haddini bilmezlik olsa gerek.Bu mübarek imamı yargılamaktan geri durmayan birinin, mezhepsiz olduğu bilinen Mevdudi’yi de aynı sayfada İmam Yusuf’a nispet edercesine övmesi enteresandır.

Bir başka kitabında çok talihsiz cümleleri var. Sevgili Peygamberimizin gözlerinin, mübarek ağız biçiminin, inci dişlerinin güzelliğini, sesinin gür çıktığını, yani peygamberi mucizeden olmak üzere, seslerinin çok uzaklardakilerin dahi duyabildiğini, boylarının herkesten yüksek göründüğünü, tenlerinin misk-i amber gibi koktuğunu, bir çocuğu sevse o çocuğun başında mübarek ellerinden yayılan kokunun günlerce ayrılmadığını çeşitli muteber ehl-i sünnet kitaplarında okumuşsunuzdur.

MEZHEPSİZLİK NİÇİN DİNSİZLİĞİN KÖPRÜSÜDÜR?

Bismillâhirrahmânirrahîm

Bilindiği gibi "Mezhepsizlik Dinsizliğin Köprüsüdür" sözü, yirminci yüzyılın yetiştirdiği en büyük alimlerden ve son Osmanlı Şeyhülislam vekillerinden biri olan merhum Muhammed Zâhid el-Kevserî'ye aittir ve merhumun "Makâlât" adlı eserinde yer alan makalelerden birisinin başlığıdır.[1] Bu hikmetli söz, bahse konu makale neşredildikten sonra adeta darb-ı mesel haline gelmiş ve dilden dile yayılmıştır. Bu yazıda, bu sözün ne anlama geldiği ve İslam Dünyası'nın yaşadığı ilmî ve fikrî tecrübeye ne ölçüde denk düştüğü gibi hususları irdelemeye çalışacağız.

Öncelikle başlıkta geçen iki kavramın, "mezhepsizlik" ve "dinsizlik" kavramlarının nasıl anlaşılması gerektiği üzerinde duralım. Buradaki "mezhepsizlik", hem hiçbir mezhebi tanımamayı, hem de klasik tabiriyle "telfik"i, yani mezheplerin hükümleri arasından bir derleme ve seçme yaparak karma bir mezhep oluşturmayı anlatmaktadır. Zira her birinin ayrı bir usul ve metodu olan mezheplerden hiçbirisini tanımamakla, aralarındaki ihtilafları ve bunların sebeplerini görmezden gelerek bu metot ve usuller doğrultusunda konmuş olan hükümleri birleştirme girişimi arasında netice olarak hiçbir fark yoktur.

M.İslamoğlu'ndan Tuhaf Sözler

M. İslamoğlu'nun (Arif Çevikel = Sami Hocaoğlu) sitesindeki bir yazıda aynen şu ifadeler var:

Kabir Azabı Kabir azabı olduğuna inanmayan arkadaşım var. Kendisinin Kur'anı Kerim'i incelediğini ve kabirle ilgili bir bilgi bulamadığından inanmadığını söylüyor.Kesin delilleri nerede geçmektedir? 03/03/2007

CEVAP: Kabir azabı, İslam ekolleri arasında temel bir tefrika konusu olmuştur. Savunanlar da reddedenler de Kur'an'dan bazı ayetleri delil getirmişler, fakat bu deliller doğrudan kabir azabının varlığına ya da yokluğuna delalet etmediği için iki tarafın tezi de temelsiz kalmıştır. Kabir azabı ancak hadislerle temellendirilebilir. Hadisler ise akaide konu olmazlar. Dolayısıyla kabir azabı iman veya inkarın konusu değildir.

Bu sözler, genellikle yumuşak bir üslubu olan ilahiyatçı-yazar E. Sifil'i adeta isyan ettirmiş. Okuyalım:

NEREYE GİDİYORSUNUZ?
Kabir Azabı, Hadisler Ve İtikad
Milli Gazete - 13 Mayıs 2007

İstanbul'dan telefonla arayan bir kardeşim, bir internet sitesinde[1] "kabir azabı" meselesi bağlamında hadislerin itikadda delil olmadığının söylendiğini belirterek hadis-itikad ilişkisini sordu.

M.İslamoğlu'nun Abdestsizlik Fitnesi Üzerine

“Müslüman Aklının Yeniden İnşâsı”nda Abdestsizliğin Rolü!*

Her şey, Ahmed Şahin Bey’in Zaman gazetesindeki sütûnunda, bir okurunun suâline verdiği cevâb ile başladı. İş bu cevâbında Ahmed Bey bir okuyucusunun “dînî kitaplara abdestli dokunulup dokunulamayacağı”na dâir bir suâlini ele almakta ve, hülâsaten, mezkûr kitapların âyet-i kerîme bulunan kısımlarına dokunulmamak kaydıyla bunun olabileceğini, bunların okunabileceğini ama Kur’ân-ı Kerîm’i ele almak için abdestli olmanın farz olduğunu; hiç de abdestsiz mezhepsizlere değinmeden, onlara sövmeden, gâyet halîm selîm bir sûrette beyân etmekteydi![1]

Fakat gelin görün ki buna rağmen mevzûbahis mes’ele, “Müslüman aklını yeniden inşâ etme”(!) heveskârı bir neo-müctehidin pek derin bir karın ağrısının yeniden depreşmesine neden olur! Öyle ki bu zât, Ahmed Bey’in mezkûr yazısının kendilerine jurnallenmesi üzerine hemen kaleme sarılır ve “tezgâhında mezhep satan”, “mezhepsizlik edebiyatı” yapan “utanmaz”, “şarlatan” “mezhepciler”den başlar da, “tulumbacı takımı”nın H.Karaman gibilerine tahammül edemeyip bunların tepesine iftira küfelerini boca etmek sûretiyle nasıl milyonlarca “müctehid” taslağının doğuşuna neden olduklarından[2] çıkar da nihâyet sadede gelir![3] Ve “ümmetin en büyük problemi olan anlama problemi”ni(!) çözmüş bu neo-müctehid “derin bir tefakkuh” ile sorar: “Kur’an okurken abdest almak farzdır” öyle mi?!”[4] Sorar sormasına da biz de; semantik parçalayan, müteşâir, edîb, muhakkik, müdekkik, müverrih vs. sıfatları hâiz bir “müctehid”den (!) nasıl olmuş da böyle bir suâl sâdır olmuş diye taaccüb ederiz?![5]

Mezhepsizleri tanıma yolları

Mezhepsizler değişiktir, kimi Mutezilenin, kimi Cebriyyenin, kimi Şianın, kimi Vehhabinin bazı fikirlerini, kimisi her gruptan bazı fikirleri benimsiyorlar. Fikirlerini benimsedikleri ve kaynak olarak gösterdikleri şahıslardan bazıları şunlardır:

Ahmet Kadiyani; Behâullah, Beykiyef, C. Efgani, Ebul ala Mevdudi, Hasan el Benna, Hasan Sabbah, İbni Hazm, İbni Kayyimi Cezviyye, İbni Rüşd, İbni Sebe, İbni Teymiyye, İzmirli İsmail Hakkı, M. Şevkani, Muhammed Abduh, Muhammed bin Abdülvehhab Necdi, Makdisi, Muhammed Hamidullah, M. Ebu Zehra, Muhammed İkbal, Muhammed Sıddık Hasan Han, N. Elbani, Reşat Halife, Reşit Rıza, S. Kutup, Seyyid Sabık, Şeyh Bedrettin, Yusuf Kandehlevi, Yusuf Kardavi, Zuhayli vs.

MEZHEPSİZ KARDÂVÎ

Bu kitabımızda Türkiyeli mezhepsizlerin sinsi taktiklerine uymayan, yani mezhebsizliğini gizlemeye lüzum görmeyen Yusuf EI-Kardâvî'den birazcık bahsetmek istiyoruz. Sanki Ehl-i Sünnet âlimlerinin eserleri tükenmiş, veya eksikmiş gibi mezhebsiz Kardâvî'nin kitapları Türkçeye tercüme ediliyor. Kardeşlerimizi ikaz etmek üzere Türkçeye «İSLÂMDA HELAL VE HARÂM» ismiyle tercüme edilen kitaptan birkaç misal vermek istiyoruz.

MEZHEPSİZ ELBÂNİ

Bilindiği gibi Türkiyeli mezhepsizler, alyans ismi verilen altundan mamül nişan yüzükleri kullanmaya cevaz vermişlerdi. Türkiye'de bu kapıyı ilk defa prof. ünvanlı birisi altun madeninin ucuzluğu herkesin kullanması gibi sebeplere dayanarak erkeklerin de kullanmasına cevaz vermişti. Bu İbni Teymiyeci prof.'tan sonra, İbni Teymiyeci talebeleri de altın yüzükleri erkeklere helâl kılmışlardır.