Zehirli | Konular | Kitaplar

DOĞRU, HİÇ BİR ŞEY YENİ DEĞİLMİŞ !...

Pakistan’ın Karaçi şehrinde bulunan , El Mektebetu’l- Fârûkıyye namında bir yayın evinin neşrettiği, “Vakfe Me’a l – Lâ Mezhebiyye” isimli, Muhammed Ebû Bekir Ğâzî Fûrî tarafından, Arapça olarak yazılan bir kitap aldım. Yenilerde yayınlanmış. Hindistan ve Pakistan coğrafyasındaki, herhangi bir Mezhebin usûlünü benimseyip o çizgiden gitmeyi reddeden, Mezhebe uymayı, sapıklık ve bid’atçılık sayan, kendilerine, Ehl-i Hadîs, Ehl-i Sünnet, Ehl-i Eser ve Selefiyyûn isimlerini takan, başkalarının ise, onları, Mezhebsizler veya Vehhâbîler diye isimlendirdiği, Mezheb tanımayanlar Mezhebi, yani, Kur’an ve Sünneti belli bir usul ile değil de, usulsüzlük usulü ile anlayanlar ve anlatanlar taifesine karşı yazılan, onları, Suud’daki Vehhâbîlere veya kendilerine “Selefiler “diyenlere ihbar eden bir kitap. Aynı çoğrafyadaki, “Duyûbendîler” isimli, “Mutedil Hanefîliğ”i sürdüren ilim medresesine karşı yazılan, ama, anlaşıldığına göre, bir hayli de iftira ve karalamayı bulunduran kitaba karşı, tamamen değilse de, büyük ölçüde benzer bir üslup ile yazılan bu “Vakfe Mea’l-Lâ-Mezhebiyye” yani, mezhepsizlerle bir otur(up hesaplaş)ma namındaki kitabın yazarı, belli ki bir çok doğrularla bir çok yanlışları harmanlamış. Hınçla ve hışımla, bir hayli de intikam hissiyle kaleme alındığı görülen kitabın yazarının muhakkık bir âlim olmaktan çok, ateşli bir taraftarlık vasfı öne çıkmakta. Haklı olduğu hususları müdafaa edeyim ve bir takım yanlışları göstereyim derken, bir çok doğruları da yerle bir etmekte... Arapların bir atasözünde ifade edildiği gibi, “Kasrı (köşkü) bina edeyim derken, mısrı (şehri) yıkan” veya “Kulübe yapmak için sarayı yıkan” bir manzara sergiliyor.

Ancak, ne olursa olsun, kitap, bir çok bilinmeyenleri açıkça ortay koymaktadır ve sadece karşıtlarının kitaplarından, kitap ismi ve sayfa numarası vererek ve tırnak içine alarak naklettiği sözler bile, doğruyu arayanların bir hayli işine yarayacak cinstendir. Diğer ispiyonlar, yorumlar, hakaretler ve affedilmez ilmî yanlışlıklar ise bir yana...

Bu ,“Mukallit olmayanlar”, “Ehl-i Hadîs”, “Selefiler” veya, “Vehhâbîler’’ yahud da “Mezhepsizler’’ hareketinin başı, Sıddık Hasan Han el-Kınnevcî, ikincisi, Seyyid Miyan Nezir Hüseyin Ed- Dihlevî, üçüncüsü de Şeyh Muhammed Hüseyin El-Betalevî’dir.

Şu üç zat, hicri 13. asrın Hindistan uleması ve muhadisleri içinde mühim yerleri olan kimselerdir. Bunu, kendi taraftarlarının sözlerinde ve kitaplarında görebileceğiniz gibi, hasımlarının ifadelerinde de bulabilirsiniz. Her ne kadar, İmam Abdul Hayy el-Leknevî, Kınnevcî’ye, bir çok meselede sert tenkitlerde bulunduysa da, bu, böyledir.

Kafa ve gönül dünyalarında, akıl almaz zıtlıkları toplayan ve bir arada bulundurmayı becerebilen bu zevat, bilmem belki de belli bir ilim ve fikir cereyanını, yani mezhep tanımazlar taifesini her yönüyle temsil etmeyebilirler, ama, onların o meşaleyi tutuşturan öncüler oldukları tartışma götürmez bir hakikattir.

Ömürlerini, Şer’î ilimlerle, hususiyetle hadis ilimleri ile geçiren, hatta mezheplere ve mezhep imamlarına ihtiyaçlarının olmadığını zannedecek seviyelere gelen, elli, atmış sene Hadis ilimlerini okutan, Tefsir, Hadis ve Terâcim ve benzeri onlarca cildlik kitaplarla kendilerince İslâm’a hizmet eden, kimilerince ‘müceddidler’ ve ‘ıslahçılar’ payelerine layık görülen şu kimselerin, mezhep tanımazlıkları ve kendilerini belli bir mezheple (Kur’an’ı ve sünneti anlama usulü–metodu ile) bağımlı görmemelerinin ucunun nerelere vardığını gösteren çarpıcı ifade ve sözlerinden bir kısmını aktarmak istiyorum:

“Vakfe Mea’l-Lâ Mezhebiyye” kitabını takdim eden, Üstad Şeyh Nuruddîn Nurullah el-A’zamî şöyle diyor:

Şüphe yok ki, İslâmî Hint tarihi, mezhepsizler taifesinin, sömürgecilik zamanında Hindistan’da İngiliz hakimiyetine en büyük destek olduğuna şahitlik etmektedir.

Bir yanda, gayret ve ihlas sahibi Müslümanlar, İngiliz sömürgecilere kul köle olmaktan kurtulmak için, canlarını ve mallarını kurban ederlerken, Mezhepsizlerin alimleri, İngiliz Hükümetine karşı cihad etmenin Müslümanlara haram olduğuna, Müslümanların mücahidlere iştirak ve yardım etmelerinin caiz olmadığına (belki de İslâm’ın aydınlık yüzünü çirkin gösterdikleri için) fetvâ veriyorlardı. Bu, onları itham etmekte olduğumuz (ispatı olmayan ve dayanağı bulunmayan) mücerred bir töhmet değildir.

A’zami, önce şu Mezhepsizlerin “üç kutbu”nu, kendi taraftarlarının ölçüsüz övgü dolu sözleriyle tanıtırken “Cuhudün Muhlisa Fi Hidmet’is-Sünnet’il Mutahhara” (Pak sünnete hizmette ihlaslı gayretler) isimli eserin sahibi Üstad Abdurrahman el-Ferivâî’den şu nakilleri yapıyor:

Bu ilim ve ıslah hareketinin meşalesini tutuşturan, asırlarının müceddidleri, İmam Nevvab Sıddık Hasan el- Bûfâlî ve İmam es- Seyyid Nezîr Hüseyin el- Muhaddis ed-Dihlevî’dir. Birincisi (Kınnevcî), Sünnet ilimlerine, kitap yazmak, neşretmek, bol mal harcamak, ilim ve alimleri kucaklamak... ile hizmet etti.

İkincisi (Seyyid Nezîr Hüseyin), sünnet ilimlerine hizmet etti ve onları altmış iki seneyi içine alan uzun bir müddet zarfında, hadis dersi okutmakla ihya etti. (Cuhud: 94)

Şeyh Muhammed, Seyyid Nezîr Hüseyin Ed-Dihlevî’nin en büyük talebelerinden ve asrın büyüklerinden biridir. Hayatını İslâm müdafaası ve Sünnetin ihyası için tüketti.(Cuhûd:137-138)

A’zami, Mezhepsizlerin, dünya menfaati için, İngilizlerle beraber olup, İslâm cihadına karşı nasıl bir tavır takındıklarını, değişik değişik işlerle sömürgecilerin menfaatine nasıl hizmet ettiklerini ve Müslümanların kurtuluş savaş hareketine nasıl zarar verdiklerini şu altı merhale ile ( kısaca) şöyle izah ediyor:

Birincisi: Önce, bu cihadın İslâmî bir cihad olmadığı ve Hindistan’ın (İngiliz işgaline rağmen) güven ve selâmet yurdu olduğuna, İngiliz Hükümeti maslahatı aleyhine olacak herhangi bir hareketin, Hükümet ile yapılan anlaşma ve sözleşmeyi bozmaktan başka bir şey olmayacağına ve Dînce yasak olacağına dair, geniş bir duyuru yaptılar...

İkincisi, bu düşünceyi, talebeleri vasıtasıyla değişik memleketlerin köşelerine bucaklarına yaydılar. Bu hususta fetvâlar vererek, Müslümanları cihad hareketine katkıda bulunmaktan menettiler. (Belki de, harp işini, cihad eder gibi gözüken silah tüccarları körüklüyor, aman ha!.. dediler.)

Üçüncüsü: İngiliz Hükümetiyle gizli ve açık bağlantılar kurarak, onları, cemaatlerinin Hükümetin dostu oldukları ve onlara yardımda asla gevşeklik etmeyecekleri hususunda iknâya çalıştılar.

Dördüncüsü: Mücahidler hakkında, “onlar, kötü, bozguncu ve terörist kimselerdir.” dediler.

Beşincisi: İnsanlar arasında, İngiliz Hükümetinin, Müslümanlar için bir rahmet olduğunu yaydılar. (Şimdi bu neden Amerika olmasın?!.)

Altıncısı: Müslümanların arasına, güçlerini zayıflatacak ve cihad hareketlerine tesir edecek ayrılık tohumlarını ektiler. (Şimdilerde bin bir kusurla da olsa, Emperyalist güçlere karşı verilen kör topal mücadelenin içine benzer bir ayrılığı sokmaları buna benzemiyor mu? Ne dersiniz?). Sömürgeciliğe takviye bir hizmet edip, Müslümanların gücünü kırmakta ve mağlup olmalarında sömürgecilere büyük faydaları oldu.

A’zami, bunları kenDînin uydurmadığını, aksine şu “Üç Büyük Kutuplar”ının fetvâlarından aktardığını söylüyor ve şu nakilleri yapıyor. (Kısaltarak):

Sıddık Hasan Han, meşhur kitabı , ‘Tercümân’ul Vehhâbîyye’ de şöyle diyor:

Bûfâl Vâlileri, daima mezheb hürriyeti (Mezheplerden kurtulmak) için çalışmaktadırlar. İngiliz Hükümetlerine karşı savaşan ve onu sevmeyen, ancak, “Mezhep hürriyeti”ne buğz edenler, dededen babaya miras olarak intikal eden Mezheple bağımlı olanlar olabilir.” (Sh: 5)

“Revâçta tutulan mezheplerden kurtulmamız, İngiliz Devletinin kanunlarıyla istenen şeyin ta kendisidir.” (S: 20)

“Müslümanların, Hükümete muhalefeti caiz değildir. Şu anda, Hindistan’ın mevcut olan hali, Müslümanların, Hindistan’ın selâmet ve emniyet memleketi ve Dâr’ul-İslâm (İslâm Ülkesi ) olmasından şüphe etmelerini mubah kılmaz.” (Bu mana, Kınnevcî’nin müstakil bir risalesinde de yayınlanmıştır. Tercüman-ül Vehhâbîye’ye bakınız. A’zami.)

A’zami, burada şöyle bir not düşüyor:

Hindistan’ın, Dâr’ul- Harb olduğuna fetvâ veren ilk kişi, Hanefî Muhaddis Şah Abdulaziz el- Dihlevi’dir. Bu, bardak taştığı, Müslümanlar Hükümet tarafından şiddetli bir zulüm değirmeni altında öğütülmeye başlandığı, serbestçe İslâm şiarlarının yerine getirilmesi engellendiği vakitte oldu.

A’zami nakillerini sürdürüyor:

“Bu memleketin İslâm memleketi olduğu sabit olunca, orada cihad etmenin ne manası olur? Aksine, böyle bir devlette (değil cihad eden) cihada niyet eden (bile), şüphe yok ki, büyük günahlardan bir günah işlemiştir.” (s:15)

“Mezhebleri ve Dînlerinin hükmü ile, cahillerin İngiliz Hükümetini mahvedip tüketmeye kalkışmaları, cihad ismini verdikleri fesadları (bozgunları) sebebiyle bugün bulunan güven ve güvencenin gitmesine çalışmaları, büyük bir ahmaklık ve şiddetli bir cahilliktendir.” (s:7)

“Kıyâm (ayağa kalkış) günlerinde meydana gelen harpler, ebediyen İslâmî bir cihad olamaz. Bu harpler yüzünden, İngiliz Devleti zamanında halk için hasıl olan emniyet, güvence, refah ve sükunda büyük bozukluk ve zararlar vuku buldu.” (S:18)

“Kıyâm zamanında zuhur eden, Müslümanların, Devlete baş kaldırmalarını, Dîninin aslını ve hakikatini bilmeyenlerden başka hiçbir kimse cihad diye isimlendiremez.” (S:54)

“İmân davasının sahipleri, Sünnet’e uyanlar, Kur’an ve Hadis yolundan gidenlerden hiçbir kimsenin (İngilizlerle olan) ahd ve anlaşmasını bozduğu, gereğini yerine getirmediği, yahut kötülük, bozgun ve isyan yaptığını hiçbir kimse asla işitemez. Kıyâma katılan, fesat ve şer işleyen ve İngiliz Hükümeti ile inatlaşan herkes, Hanefî mukallitlerdendir, Hadîs’e tabi olanlardan değildir.” (S: 15)

A’zami, bu korkunç ifadelerden sonra şu tespiti yapıyor:

Şu sözlerden ve “Tercümân’ul- Vehhâbîyye” isimli kitaptaki bir çok sözden açıkça anlaşılan odur ki, “Mezhepsizlik” İngiliz sömürgeciliğinin icatlarındandır. Sömürgecilikten önce Hindistan’da bu yoktu.

A’zami, Seyyid Nezir Hüseyin için de, şöyle diyor:

O da, Allah rahmet etsin, daima hayatı boyu İngiliz Devletine son derece vefalı ve ihlaslı idi. Bol nimetlerinden faydalanıyordu. Cihad edenlere karşı Kıyâm eden, onlardan intikam alan ve onlara şiddetli buğzeden biriydi. (Onlar, en çok nefret ettiği kimselerdendi.)

“Şeyh Fazl Hüseyin el–Behâri”, onun hakkında, ‘Ölümden Sonra Hayat’ isimli geniş bir kitap yazıp şöyle diyor:

“Miyân Sâhib (Nezir Hüseyin), İngiliz Devletine çok vefâlı idi. 1858 Kıyâmında, Dehlî alimlerinin çoğu, İngilizlere karşı cihad fetvâsı verince, O, mezkür fetvâyı imzalamayanlardan idi. O Kıyâm için, o bir cihad değil, şer ve fesaddır. Biz o fetvâyı mührümüz ile mühürlemek şöyle dursun parâfe bile etmedik.”

“Şu pîri fâni miskin Behâdır Şâh ne yapabilirdi? Cihadın Şartları asla bulunmuyordu, insanların çapulcuları ve şerlileri, Dehlî’nin tamamını ifsat ettiler ve baştan sona harap ettiler (el-Hayat Ba’de’l Memât: 76. Şeyh Fazl Hüseyin el-Behari.)

Nezir Hüseyin’e, “Cihad farz-ı ayın mı yoksa farz-ı kifaye midir? diye sorulunca, önce, “ cihadın dört şartı vardır ” dedi ve hepsini uzunca anlattı ( Ne müthiş benzerlik!) ve sonra şöyle dedi:

Bunları konuşunca, diyorum ki, bu günlerde bu şartların hiç biri mevcud değil. Öyleyse cihad nasıl olacak? Hayır, ebediyyen olmayacaktır. (Fetava-i Neziriyye 2/472)

“Hükümetle akid yapmışız, bu akde nasıl muhalefet ederiz? Hadis’de, akdi bozmak hakkında çok büyük bir kınama ve kötüleme gelmiştir.” (aynı yer)

A’zami, bu sözden sonra şöyle diyor:

Derim ki, bu, kendisiyle batıl murad edilen hak bir sözdür.” Nitekim, köpeklerin meşhur bir takvası vardır: Köpek leşi yer anlamaz ama, sidik sıçrantılarından korunmak için ayağını kaldırır. (Bizim Türklerin de bir atasözü var: Leş kargası leşe konar, yemeğe başlar ama kanatları leşe değip pislenmesin diye, onları yukarı kaldırır. Bizdeki Ehl-i küfür ile işbirliği halinde olan takva önderleri gibi...)

Seyyid Nezir Hüseyin, birinin sorduğu soruyu cevaplandırırken şöyle diyor:

“Müslümanların caydırıcılığı, şevketi, gücü, kuvveti, silahı, aletleri tükendi; iş böyle olunca ve cihad şartları ortadan kalkınca, şu Hind diyarında cihada kalkmak yok olmaya sebeptir ve gerçekten o bir günahtır.” (Fetava-i Neziriyye 2/472)

Böylece, bu hizmetlerden sonra, “Şems-ül Ulema” (alimlerin güneşi) ve “Şeref” lakabını İngiliz Hükümetinden hak etti. (el-Hayat Ba’de’l Memat: 102. Bu kitap, onu öven bir kitap. Dikkat edilsin!)

A’zami, hulasa olarak şöyle devam ediyor:

Mezhepsizlerin üçüncü büyük adamı Şeyh Muhammed Hüseyin de, “El-İktisâd fî Mesâil’il- Cihâd” isimli eseriyle, sadece Hindistan’da değil, aksine İngiliz sömürgesi altındaki bütün İslâm memleketlerinde, cihadın hükmünün kaldırıldığını, hükümsüz olduğunu ilan etti. İngiliz Hükümetinin işaretiyle bunu Arapça’ya çevirdi. İngilizler ondan büyük sayılarla basarak bütün İslâm alemine dağıttı. (Dr. Muhammed Eyyub el- Kadirî, İstiklal Harbi: 64)

Bu, (cihadın kaldırıldığına dair yazılan) risalenin müellifi, büyük zorluklara katlanarak yolculuk yapıp Hindistan’ın değişik yerlerine gitmiş ve oradaki Mezhepsiz alimlerin desteğini almıştır. (El-İktisad Fi mesail-il Cihad: 2,3)

“Hindistan, her ne kadar Hıristiyan bir Hükümet idaresi altında ise de, Dar-ül İslâmdır. O Hükümete karşı cihad edilmez”. (Aynı kaynak: 25)

“ Müslümanların, (İngiliz) Hükümeti(in)e karşı isyan edecekleri iddiası, sadece hata ve zandandır. Hayır, asla … Müslümanlar, Kur’an, Sünnet ve Fıkıh ile amel ettikleri müddetçe, bu iş asla onlardan sadır olmaz.”(sh:25)

“1858 Kıyâmına iştirak edenler, asiler ve büyük günahkarlar oldular. Kur’an ve Hadisin hükmü ile, bozguncular, isyancılar ve günahkarlar oldular.” (aynı kaynak: 49)

“Bizim bildiğimize göre, Ehl-i Hadîs ve Sünnetten ve belli bir Mezhebi taklit etmeyen fırkadan, İngiliz Hükümetine daha samimi bağlılık ve nasihatte bulunan, güven ve afiyeti için daha istekli olan, İngiliz Hükümetinin düzen ve siyasetini daha çok takdir eden, ihsan ve iyiliğini daha iyi bilen bir fırka hangisi olabilir? (olamaz!...)” (Kınnevcî, Tercümân’ul-Vehhâbîyye: 58)

“Ehl-i Hadîsin, İngiliz Hükümetine çok samimi bağlı ve çok vefalı olduğunun en güçlü ve açık delili, bu fırkanın, bu (İngiliz) Hükümeti(inin) gölgesinde durmayı tercih etmiş olmasıdır. Biz, bunu tarihi şehâdetlerle takrir ettik.” (Muhammed Huseyin Betalvî, Ehl’ul Hadîs Vel–İncilîz”, “İşâ’et’us-Sunne” isimli gazetenin 8. cilt 9. sayısından alınma. Bu gazete, Betalvi’nin gazetesidir.)

“Ehl-i Hadîs’e nispetle ise... İngiliz Hükümeti gölgesinde istifade ettikleri Dîn hürriyeti, bundan önce hiçbir İslâm Devletinde ellerine geçmedi. O halde, Ehl-i Hadîs’in, Dîn ve makamla alakalı vazifelerinden biri de, adaletli ve merhametli İngiliz Hükümetine itaatkar olmaları ve ona daima dua etmeleridir. İyi düşün, gafillerden olma!.” (Ed–Durr’ul-Mensûr Fi Terâcim-i Ulemâ-i Sâdıkfûr, s :2)

Bunlar, kitabın mukaddimesinden iktibas edilmiş bir takım sözlerdir. Kitabın içinde bunlara benzer daha nice ifadeler vardır.

Bir asrı aşkın zaman önce, Hindistan’ı işgal eden İngiliz yamyamlara karşı cihad eden Müslümanların önündeki en mühim takoz, ehli küfürden beslenen yüz karası alimler idi. Nasıl ki, cihadı sürdüren yüz akı alimler idiyse…

Karşımızda, günümüzdeki manzara ile ne müthiş bir benzerlik var, öyle değil mi? Firasetsizlik veya dünya ikbali yüzünden, haçlı seferlerini başlatıp sürdürdüğünü ilan edenlerin yanında bulunan ve lakin buna “İslamî hizmet” kılıfı geçirenlerin, bin bir türlü kusurla da olsa, küfür cephesinin karşısında ayağa dikilmeye çalışan ama manevi Raşitizm hastalığı ile ma’lül olduğu için ayakları üzerinde pek de duramayan ve paytak yürüyüşlerinden dolayı ikide bir tökezleyen mustaz’af Müslümanların önündeki, İslâm düşmanlarının işbirlikçisi zavallı piyonların misyonları çok mu farklı?

Bir buçuk asır evvel, kitapları, gazete beyanları ve irticali konuşmaları ile, başlatılmaya çalışılan İslâmî Kıyâmı karalayan ve Haçlıların yanında yer alanların halefleri (takipçileri), günümüzde de aynı tiksindirici ve utandırıcı rolü aynı masumane gerekçelerle oynamakta... Sübhanallah!.. Ne büyük benzerlik!.. “Kalpleri biri birine benzedi.” “İbret alın ey basiret sahipleri !..”

Mezheplerden sıyrılma ve “aklınca takılma” yolu, küfür cephesinin arzusu…. Arayıp da bulamadığı… Çok doğru, hiçbir şey mahiyet bakımından yeni değilmiş… Zaman, zemin ve aktörler değişse de…

Ve sallallahü teâlâ ‘alâ Seyyidinâ Muhammedin ve ‘alâ âlihî ve selleme teslimen ve’l-hamdü lillâhi Rabbi’l-âlemîn…

(BEKLENEN İRŞAD, Sayı: 9, Haziran 2004)


Konular