Zehirli | Konular | Kitaplar

ALLAH TEÂLA (Celle Celaluhu) MAHLÛKATINA BENZER Mİ? -II-


Sevgili Okuyucular

Bir önceki sayıda “Allah Tealâ Celle Celâlûhu mahlûkatına benzer mi” sorusuna cevap arayan “ya da cevap veren” yazı dizimizin ilk bölümünde İslâm inancının böyle bir soru karşısında yanılgılar ve kargaşalar içinde kaldığından bahsetmiştik.
Yine aynı paragraflar içinde; bu sıkıntıların başka dini inanç sistemlerinden bizlere geçtiğini, özellikle Tabiun döneminde İslâm coğrafyasının bir hayli genişlemesi ve bu genişleme neticesinde yabancı kültürlerle temas sürecinin başlamasıyla arıduru İslâm inancının birtakım yabancı unsurları da bünyesinde yer etme eğiliminin arttığından söz etmiştik.

Bununla beraber uzmanlık alanı olmadığı hâlde bazı haber ve hadis nakilcilerinin Kur’an ve sahih hadislerin ince manâlarını kavrayamadıkları, zayıf ve güvenilmez ravilerin naklettiği bazı rivayetlere de aldandıkları için Tevhid inancına aykırılıklar teşkil eden tutumlar sergileyip inanılması caiz olmayan bir kısım hususlara inanç umdesi gibi sarıldıklarından bahsetmiştik.

Bu yanılgıların günümüze kadar büyüyerek geldiğini Allah Tealâ’ya bazı sıfatlar yükleyip mekânlar biçmeye kadar uzanan bir yanlış inanç sisteminin halâ bizleri de meşgûl ettiğini, hattâ bazı kesimlerin işi körüklediklerini görmekteyiz.
Batı mitolojilerinde sıkça rastlanan mekânı bulutlar arkası olan veya her tabiat olayının arkasında o işle görevli olan tanrılar, masal kitaplarında (hattâ dedelerimizin ninelerimizin dahi farkında olmadan anlattıkları masal ve hikâyelerde bile) gördüğümüz haşa Allah baba’lar la hangimiz karşılaşmadık ki?
Birkaç sayı daha devam edecek olan yazı dizimizin ilk bölümünde en son, Mücessime’nin yanılgısından bahsetmiştik. Bu sayımızda kaldığımız yerden; konuyla ilgili değişik görüş, yanılgı ve cevapları incelemekle devam ediyoruz.

OSMAN b. SA’İD ED DÂRİMÎ'NİN GÖRÜŞLERİ

Mücessime / Müşebbihe bu konuda o denli ileri gitmiştir ki, sağlıklı işleyen bir aklın kabûl etmesi mümkün olmayan birtakım hususları Akait ilkesi olarak benimsemişlerdir. Meselâ Osman b. Sa'îd edDârimî şöyle der:

"...Çünkü elHayyû'lKayyum (olan Allah Tealâ) dilediğini yapar. Dilediği zaman hareket eder; dilediği zaman (yukarıdan aşağıya) iner ve (aşağıdan yukarıya) yükselir. (...) Dilediği zaman kalkar ve oturur. Çünkü diri ile ölü arasındaki farkın belirtisi, hareket etmektir. Her hayat sahibi, kaçınılmaz olarak hareket eder; her ölü de kaçınılmaz olarak hareketsizdir."

Oysa "hareket etmek" demek, bir evvelki durumda başka bir hâlde bulunmak, yani bir hâlden başka bir hale intikâl etmek demektir. Hareket etmeden önceki durumu değiştirip başka bir hale geçmek demek, sonradan olan (hâdis/muhdes) bir halin, hareket sahibine hulûlü demektir. Çünkü hareket eden varlık, hareket etmeden önce başka bir hâldedir. Hareketle birlikte bu halin değişmesi, önceden olmayan bir halin, o hareketle birlikte sonradan meydana gelmesi ve ona hulûlü demektir. Havadis'in (ezelî olmayan, sonradan olan şeylerin) Allah Tealâ' ya (Celle Celâlûh) hulûlüne inanmak ise haşâ Allah Tealâ'nın hâdis olduğunu iddia etmek demektir.
Hicrî 6. asrın müceddidi Fahreddin erRâzî şöyle der:

"...Muhdes (:ezelî olmayan, sonradan var edilen)'den hâli olmayan her şeyin muhdes olduğu konusunda Kelâmcılar arasında ittifak vardır. Dolayısıylâ havadisin (:sonradan var olan şeylerin) kendisine hulûl etmesine elverişli olan her şeyin muhdes olduğunu kesin bir şekilde söylemek gerekir. Allah Tealâ'nın havadisten münezzeh olduğu sabit olduğuna göre, Allah Tealâ'ya havadisin hulûl etmediği de sabit olur.

"İkinci Hüccet: Allah Tealâ'nın zatında sonradan var olan (olduğu iddia edilen) sıfat ya kemâl sıfatlarındandır veya kemâl sıfatlarından değildir. Eğer kemâl sıfatlarından ise, O Zat, o sıfatın kendisinde meydana gelmesinden önce kemâl sıfatından hâli bulunuyor demektir. Kemâl sıfatından hâli olmak ise bir noksanlıktır. Buradan, O Zat'ın nakıs olması gerektiği sonucu çıkar. Allah Tealâ' ya noksanlık izafe etmek ise muhâldir. Eğer sözkonusu sıfat, kemâl sıfatlarından değilse, zaten bu sıfatın Allah Tealâ'ya izafe edilmesi muhâldir. Çünkü Allah Tealâ'nın sıfatlarının, kemâl ve medh sıfatlarından olması gerektiği konusunda ittifak vardır..."

Yine edDârimî şöyle der:
"Allah Tealâ'nın, kendisinden başkasının bilmediği bir sınırı vardır. Hiç kimsenin, Allah Tealâ'nın sınırı için kendi nefsinde bir son nokta düşünmesi caiz değildir. Ancak biz Allah Tealâ'nın bir sınırı olduğuna inanır, bunun ilmini de Allah Tealâ'ya havale ederiz. Mekânet de bir sınırdır. Allah Tealâ, göklerinin üstünde, arşının üzerindedir. Bu ikisi, iki sınırdır.

"...Allah Tealâ'nın bir sınırı olduğunu itiraf etmeyen kimse, Allah Tealâ'nın ayetlerine karşı kâfir olmuş ve onları bilerek inkâr etmiştir."
Oysa İmam elMâturîdî (rahimehullah) şöyle demektedir:

"...Yahut bir son nokta ve sınır ki bunlar sözkonusu olduğunda "daha tamam", "daha noksan", "daha çok", veya "daha eksik" gibi kavramlar gündeme gelir O'nda yer bulursa, bu durum kemâl ve tamam sıfatını O'ndan iptâl eder. Bütün bu özellikler, alemin hudusünün (:sonradan var olduğunun) işaretleri ve muhdes delilleridir.
Eğer bu alemin muhdes olduğunu gösteren bu ve benzeri hususlar, bu alemin muhdisi (:onu var eden) için de sözkonusu olursa, O'nun dışındaki varlıkların birtakım özellikleri O'nun hakkında da geçerli olur. Bu ise alemin fesadı demektir.
(...) Eğer O'nun herhangi bir sıfatının benzeri sözkonusu olursa, ya O'ndan kıdem (:ezelîlik) sıfatı, ya da diğer (muhdes) varlıklardan muhdes olma sıfatı sakıt olur."

Yine edDârimî şöyle der:
"Allah Tealâ dilerse, bir sivrisineğin sırtına yerleşir de, sivrisinek O'nun kudreti ve rububiyetinin lütfu ile O'nu yüklenip kaldırır. Böyleyken Allah Tealâ arşın üzerine nasıl yerleşmez?"

"O (Allah Teala), diğer herhangi bir mekânda değil, göklerin üzerindeki arşın üstündedir; ilmi ise her yeri ve her mekânda bulunan her varlığı kuşatmıştır. O'nu bu şekilde tanımayan kimse, Allah Tealâ'ya iman etmemiştir; kime ibadet ettiğini ve kimi birlediğini (:tevhid) bilmez"

"Dağın başı, aşağısına göre Allah Tealâ'ya daha yakın değildir diye sana kim haber verdi? Çünkü Allah Tealâ'nın, göklerin üzerinde arşının üstünde olduğuna iman eden kimse, dağın başının da, aşağısına göre Allah'a daha yakın olduğuna yakîn derecesinde iman eder."

"Allah Tealâ'nın fiillerinin mutlak olarak mahlûk olduğunu kabûl etmeyiz. Bizler icma ve ittifak etmişizdir ki, hareket etme, aşağıya inme, yürüme, hervele (:hızlı yürüme), arşa istiva ve göğü istiva fiilleri kadim (:öncesiz)'dir."
Oysa burada dile getirilen hususları kabûl etmemiz için, arşın ve göğün de Allah Tealâ Celle Celâlûh gibi kadîm ve öncesiz olduğunu söylememiz gerekir.
Diğer mahlûkat gibi, mekânı, zamanı, arşı ve göğü yaratan da Allah Teala Celle Celâlûh olduğuna göre, burada tıpkı aşağıda İmamı Azam Ebû Hanîfe'den ('rahimehullah) naklen yer vereceğimiz gibi şu soru kaçınılmaz olarak gündeme gelecektir:

Allah Tealâ Celle Celâlûh bunları yaratmadan önce nerede idi?
Şu da var ki; Allah Tealâ Celle Celâlûh'dan başka kadîm varlıklar bulunduğunu kabûl etmek, Allah Tealâ'nın Celle Celâlûh Kıdem ve Hâlık sıfatlarına halel getirir. Çünkü o zaman gök ve arş gibi varlıklar, bir yaratıcıya muhtaç olmaksızın, tıpkı Allah Tealâ Celle Celâlûh gibi varlığı zorunlu, yani vacibû'lvücut varlıklar olacaklardır. Bu ise, varlıklarında bir yaratıcıya muhtaç değildirler demektir.

Öte yandan bütün bu söylediklerine ve bunlara benzer daha başka batıl iddialarına güya ayet ve hadislerden delil getiren edDârimî'nin Hadis İlmi'ne ne derece vakıf olduğu (!) şuradan bellidir ki, kendisi Hazreti Peygamber Sâllâllahû Aleyhi ve Sellem ve Sahabe'den (Allah Teala Celle Celâlûh hepsinden razı olsun) rivayet edilen hadislerin tekrarlar dışında toplam sayısının 12.000 (oniki bin)'i bulmadığını söylemektedir.

Oysa, diğer Hadis musannefatı bir yana, sadece Ahmed b. Hanbel'in (rahimehullah) "elMüsned"inde 40.000 (kırk bin) civarlarında hadisi şerif vardır.

İbn Teymiyye ve İbnû'lKayyım, içinde, Allah Tealâ Celle Celâlûh hakkında inanılması caiz olmayan bir sürü tezvirat bulunan bu kitabı şiddet ve hararetle tavsiye ederken bu kitapta yer alan hususlara birer Akait ilkesi olarak inandıklarını açık bir şekilde ortaya koymuşlardır.

Nitekim İbn Teymiyye, "Şerhû'lAkîdeti'lEsfehâniyye" isimli eserinde, mezkûr edDârimî'nin bu eserinden, kendi görüşlerini desteklemek amacıyla pek çok nakillerde bulunmuştur ki, biz bunların bir kısmını yukarıda zikrettik.

Oysa İmam Ebû Ca'fer etTahâvî, Hanefî Mezhebi'nin üç imamının akidevî görüşlerini topladığı "İ'tikâdu Ehli'sSünne ve'lCemâ'a alâ Mezhebi Fukahâi'lMille Ebî Hanîfe ve Ebî Yusuf ve Muhammed b. elHasan" adlı ("elAkîdetu'tTah^âviyye" diye bilinen) eserinde şöyle der:

"Allah Tealâ'yı, beşere ait manâlarından birisiyle vasfeden kimse kâfir olur. Allah Tealâ'nın hiçbir sıfata sahip olmadığını söyleyen ile, O'nun sıfat ve fiillerini yaratıkların sıfat ve fiillerine benzeten kimsenin ayağı kaymıştır.

Allah Tealâ, sınırlar, son noktalar, erkân uzuvlar ve edevata sahip olmaktan Yüce ve Münezzeh’tir. O' nu altı yön kuşatmaz."

Bu, sadece Hanefî Mezhebi'nin üç imamının görüşü değildir. Hafız ezZehebî, "elUlûvv" adlı eserinde, elHâkim enNîsâbûrî ve Ebû Zür'a erRâzî'nin, ilk asırların bütün İslâm merkezlerindeki fakuhanın, (Müşebbihe / Mücessime taifesinin kanâati aksine) bu türlü sıfatlara, herhangi bir keyfiyet izafe etmeksizin inanmakta icma ettiklerini nakletmiştir.

Malikî Mezhebi'ne mensup hadis hafızı Ebu Bekir b. elArabî, müteşabihat alanına giren ayet ve hadisleri zahirî anlamları çerçevesinde anlayan Müşebbiye/Mücessime hakkında şöyle der:

"Yolculuğum esnasında bunlar ile epey uğraştım. Ben arzu etmediğim hâlde üzerime çok geldiler. Bu grubun Mısır, Şam ve Bağdat'taki temsilcilerinde en çok gördüğüm şey, "Allah Tealâ, nefsini, sıfatlarını ve mahlûkatını bizden daha iyi bilir. O bize öğretendir. O bize durumunu haber verdiği zaman biz O’na, haber verdiği gibi iman eder ve inanırız." demeleridir.

"Bunlar, "Onlar ille de buluttan gölgeler içinde Allah'ın ve meleklerin kendilerine gelmesini beklerler", "Rabbin(in emri) geldiği ve melekler saf saf dizildiği zaman", "Allah da onların binalarını temellerinden söktü" gibi ayetleri ve "Rabbimiz her gece en yakın göğe iner" hadisini işittikleri zaman, "Allah Tealâ hareket eder, (bir mekândan başka bir mekâna) intikâl eder, bir yerden başka bir yere gider, gelir" dediler.

"Rahman arşa istiva etti" ayetini işittikleri zaman, "Allah Tealâ arşın üzerine oturmuştur, arşa bitişiktir ve arştan dört parmak daha büyüktür. Zira O'nun arştan küçük olması doğru değildir. Çünkü Allah Tealâ "elAzîm"dir ve O'nun misli olmaz. "O'nun benzeri hiçbir şey yoktur." Dolayısıyla Allah Tealâ, arştan dört parmak büyüktür." (...)

"Bilmeniz gerekir ki, bu taife sözkonusu haberlerin zahirini muhafaza etme konusunda "Onlar bir saray bina etttiler" veya "bir şehri yıktılar" denemez. Onlar kâbe'yi yıkmışlardır. (...)

"(Onlara denir ki:) "Onlar ille de buluttan gölgeler içinde Allah'ın ve meleklerin kendilerine gelmesini beklerler" ayetinin zahirini esas aldığınız hâlde, "Allah Tealâ'nın arştan bir miktar büyük olduğunu söylediniz. Öyleyse buluttan bir gölge O'nu nasıl içine alabilir? Kıyamet günü Hak Tealâ, mahlûkatı ile birlikte nasıl gelecektir? Oysa O'nun arştan daha büyük olduğunu siz söylediniz. Arş da göklerden ve yerden daha büyüktür!

"Onlara, "Rahman arşa istiva etti" ayeti hakkında da şöyle denir:
Allah Tealâ, "Sonra arşa istiva etti" buyurmuştur. Peki "arş" nedir? Buradaki "istiva"nın manâsı nedir? Hepinizin, sizlerin ve onların bilmeniz gerekir ki, "zhr" fiilinin binası Arapça'da, "gizlilik ve bilinmezlik sınırından çıkıp bilgi sahasına giren herşey"i ifade eder. (Dolayısıylâ bu fiilin konusu olan şeyler) görme, işitme ve sair duyulara gizli veya akla gizli kalan manâlardan iken, duyularla algılanabilir hale gelir. İfadelerin zahirini esas alarak onu te'viliyle batın sınırına getirenlerden yahut gizli bir manâya zahir ile hükmeden kimselerden sakının!

"Rahman arşa istiva etti" ayetinin anlamı burada üç noktayı göz önünde bulundurmamızı gerektirmektedir:
Birincisi "erRahman"ın manâsı, ikincisi "istivâ"nın manâsı, üçüncüsü de "arş"ın manâsıdır.

"erRahman" kelimesinin manâsı hakkında herhangi bir ihtilâf ve aykırı söz yoktur. "Arş"a gelince, Arapça'da bu kelimenin birçok anlamı vardır. Sizler bu anlamlardan hangisini kastediyorsunuz? "İstiva" kelimesi de böyledir. "İstevâ aleyhi"" ifadesi lûgatta onbeş anlama ihtimallidir. Bunlardan hangisini murad ediyorsunuz? Yahut bu onbeş anlamdan hangisinin "zahir anlam" olduğunu iddia ediyorsunuz? Niçin "Buradaki arş, hususi bir mahlûktur" diyorsunuz ve bu kelimeyi Arapça'ya ve Şer'î anlama nisbet ediyorsunuz? Niçin "İstivâ'nın manâsı "ka'ade" veya "celese"dir" diyorsunuz ve zorlama bir yorumla Allah Tealâ'nın, arşa bitişik bulunduğunu söylüyorsunuz?.."
Yine Ebu Bekir b. elArabî, "Sünenu'tTirmizî"ye yazdığı şerhte, Allah Tealâ Celle Celâlûh’un dünya semâsına (veya en yakın göğe) inmesi hakkındaki rivayet hakkında da kıymetli açıklamalar yapmıştır.

Sözü uzatmamak için buna konumuz içinde önümüzdeki sayıda sadece işaret etmekle yetineceğiz.

Kaynak:Beyan Dergisi


Konular