Zehirli | Konular | Kitaplar

Ölü Deniz’in diri şahitleri

5 gün süren bir İsviçre seyahatinin araya girmesiyle geçen haftanın yazılarını yazamamıştım. Şükür kavuşturana… İsviçre izlenimlerimi daha sonraki bir zamanda aktarmak üzere bugün bir başka konuya değineceğim.

Murat Hafızoğlu, İnkişaf’ın 4. sayısında yer alan “İncil-i Şerif ve Havariler’in Öyküsü” başlıklı makalesinde şunları söylemişti: “Muvahhid İsevîlik Hristiyanlığa dönüşmeden önce ya da “erken Hristiyanlık” döneminde neler olup bittiğinin ortaya çıkarılmasında Nec’u Hammâdî ve Ölü Deniz yazmalarının son derece büyük önemi bulunmaktadır. Ancak dinî/tarihî tecrübelerimiz, bu yazmaların gerek tarihlenmesi, gerekse muhtevaları konusunda Yahudi-Hristiyan bilim adamlarınca yapılmış çalışmaların ilan edilen sonuçları hakkında bize hep ihtiyat telkin etmektedir. Terk-i dünya etmesinin üzerinden bir nesil bile geçmeden Hz. İsa (a.s) ve İncil etrafında oluşturulan efsane yumakları, “apokrif” ilan edilip insanlıktan gizlenen İncil versiyonları ve diğer metinler, “Hakk’ı batılla karıştıran” bir kitle karşısında bulunduğumuzu ihtar edip durmaktadır.”

Uçakta giderken okuduğum Ölü Deniz Parşömenleri Gerçeği isimli kitap (M. Baigent-R. Leigh’den Sakıp Murat Yalçın, Nokta Kitap, İst.-2005) bu tesbitin tam bir tasdiki mahiyetinde. Müslüman bir Dinler Tarihi uzmanının kaleminden çıkmış olmasını arzu ederdim.

1947’deki ilk keşiften sonra Ölü Deniz (Kumran) parşömenleri üzerinde kurulan Vatikan kaynaklı tekel, inanılmayacak bir direnmeyle belgelerin neşrini yarım asır geciktirmeyi başarmış, bu süre zarfında hiçbir bilim çevresinin parşömenlere ulaşmasına izin vermemişti. Nihayet 90’lı yıllara gelindiğinde, bağımsız araştırmacılarla hayli elektrikli tartışmalar yaşandıktan sonra parşömenlerin fotoğraflarının yayımlanmasına razı göstermek zorunda kaldılar ve o tarihten sonra –esasen devam etmekte olan– bir dolu haklı itham ve isnadın muhatabı olmaktan kurtulamadılar tabii olarak.

Bu sonuç, problemin nihai çözümü anlamına gelmiyor tabii. Bir de bu belgeler üzerinde bulunan “yorum tekeli” dikkat çekiyor. Hangi belgenin ne anlattığı, ne şekilde yorumlanması gerektiği konusunda da başlangıçta kararlı bir direniş var. Ancak gelinen noktada hakikat adına epey mesafe kat edildiğini söyleyebiliriz.

Hafızoğlu, değindiğim yazısının sonunda, Dinler Tarihi konusunda çalışanları, Hristiyanlık Tarihi’ni, Hristiyanlığın resmî metin ve söylemlerine inhisar ettirme alışkanlığından sıyrılarak yazmaya ve okumaya ve Hristiyanlık içinde mevcudiyetini şu veya bu biçimde hala koruyan “muvahhid” çizginin izini sürmeye davet ediyordu. Yukarıda adı geçen kitabın yazarlarının da bir Müslüman gözüyle okunduğunda tam da bunu yaptığı görülüyor. Milatın kısa bir süre öncesinde ve sonrasında Kumran’da sakin bulunan kitlenin bıraktıkları ile Ahd-i Cedid’in çeşitli yerleri arasında yapılacak dikkatli bir karşılaştırmanın, sözünü ettiğim çizgiyi bariz bir şekilde aksettirdiği görülecektir.

Sanıldığı gibi Hz. İsa (a.s)’ın gelişi, Yahudilik karşısında yeni bir dinin konumlanışı anlamına gelmemektedir. İsevîlik Hristiyanlığa dönüştürülmeden önce mevcut Yahudiliğe direnen sahih Musevîlik’ten başka birşey değildi. Bir başka söyleyişle, eğer Pavlus Hristiyanlığı oluşturmasaydı, İsevîlik belki de Essenîlik veya bir başka isim altında yürüyüp gidecekti. Adına ister Zealotlar, ister Essenîler isterse başka birşey densin, Kumran belgelerini bize bırakan topluluk ile Hz. Zekeriyya, Hz. Yahya ve Hz. İsa (hepsine selam olsun) arasında, hatta Havariler ve onların reisi durumundaki Yakub arasında kopmaz bir bağ bulunduğu su götürmez bir gerçek.

Ölü Deniz Parşömenleri Gerçeği’nin yazarları, parşömenlerin haykırdığı gerçeğin dünya kamuoyundan yarım asır boyunca gizlenmesinde Vatikan’ın (ve şimdiki Papa’nın) rolünü ısrarla ve isabetle vurguluyor. Ancak bunu yaparken, 1967’deki meşhur “6 gün savaşları” neticesinde bölgeye hakim olan İsrail’in, bu tarihten itibaren parşömenler üzerindeki tekelci tutumun devamına –en hafif tabiriyle– seyirci kalması konusunda hayli “hoşgörülü” davrandıkları da dikkatten kaçmıyor. Oysa bu durum, 1950’lerin başında Hristiyan ekipteki parçaların ele geçirilmesi için Moşe Dayan ve Ariel Şaron’un, Kudüs’ün lağım kanallarını kullanarak saldırmayı planlama ciddiyetiyle hiç bağdaşmıyor! (Bu tarihe kadar, biri Yahudi diğeri Hristiyan iki ayrı ekibin elinde iki grup parşömen bulunuyordu.). Şu halde belgelerin dünya kamuoyundan gizlenmesinde İsrail’in de hayli belirleyici olduğunu söylemek gerçeğin ifadesi olacaktır.

1967’den itibaren İsrail’in egemenliğine geçen parşömenler üzerinde “çalıştığı” söylenen ekibin öyle esrarengiz bir gücü vardı ki, kendilerine en küçük bir eleştiri yönelten bilim adamlarının ya itibar veya mevki kaybına uğraması, bilim çevrelerine tam bir korku ve dehşet havası yayıyordu. Söz konusu ekibi böylesine güçlü ve tedirgin kılan neydi acaba?

Gerçek şu ki, Havariler’le Kumran cemaati arasındaki bağlantı, sadece Hristiyanlığın değil, Yahudiliğin de “kurgulanmış” bir tarih söylemi üzerine oturduğunu ayan beyan gösteren bir husus. Bu noktada Ölü Deniz Parşömenleri Gerçeği’nin yazarlarının parşömenlerin muhtevası hakkında sorduğu şu sorular son derece can alıcı: “Yeni Antlaşmanın (Ahd-i Cedid) aksine, kaynağın çok yakınından gelen, hiç düzenlenmemiş bu metinler Hristiyanlığın kökenleri, Kudüs’teki sözde “İlk Kilise” ve belki de İsa’nın kendisi üzerine yeni, anlamlı bir ışık tutabilir miydi? Kurumsallaşmış gelenekleri (Hristiyan inanç ve kabullerini, E.S.) tehlikeye sokacak, onlara meydan okuyacak ve belki de yanlışlıklarını kanıtlayacak bir şeyler olabilir miydi içlerinde?”

Aslında bu soru, Hristiyanlar yanında, adı geçen kitabın yazarları Baigent-Leigh’in “bir tür alternatif Tevrat” dediği “Tapınak Parşömeni” dolayımında Yahudiler’e de rahatlıkla yöneltilebilir. Yönetimle ilgili meselelerden evlilik ve ibadetlere kadar hayatın bütününü kucaklayan hükümler ihtiva eden bu parşömenin yanı sıra “Şam Belgesi” ve “Habakkuk Beyanatı” hem Yahudiler hem de Hristiyanlar için gerçekten önemli problemler doğuruyor. Bu belgelerde geçen “Yalancı” Hristiyanlar’ın, “Günahkâr Kâhin” ise Yahudiler’in ketum tavrını anlaşılır kılıyor. Zira ilkinde doğrudan Pavlus’un, ikincisinde ise Havariler’in reisi (Hz. İsa’nın kardeşi olduğu söylenen) Yakub’un katili Kâhin Ananas’ın kastedildiği açık.

Kumran yazmalarını bizim için önemli kılan da burasıdır. Eğer İslam Tarihi bir anlamda Peygamberler ve onların ümmetlerinin tarihi ise, hiçbir Müslüman Ölü Deniz yazmalarına ve onları bırakanlara ilgisiz kalamaz. Zira bu yazmaların gerçeğe en uygun okuma ve yorumlaması ancak o dönemin Müslümanca incelenmesiyle yapılabilecektir.

Bugüne kadar İslam’la ve onun tarihiyle ilgili olarak Yahudi ve Hristiyan müsteşrikler tarafından sayısız eser kaleme alınmıştır. Onlar tıpkı kendi tarihleri konusunda yaptıkları gibi bizim tarihimizi de “kurgulamak”tan geri durmadılar. Müslüman ilim adamlarının bu sahada yaptığı en dişe dokunur faaliyet, bunlara “reddiye” yazmakla sınırlı olageldi ne yazık ki!

Dinler Tarihi sahasında çalışan ilim adamlarımızın bu noktadan ileriye geçmeyi denemesi için daha ne kadar beklemek gerekiyor? Yahudiliğin ve Hristiyanlığın tarihini en doğru yazacak olanlar Müslümanlar değil midir?. Onların tarihini yazan, Tevhid’in tarihine de hayati bir katkı sağlamış olacaktır. Ölü Deniz yazmaları böyle bir çalışmaya soyunmak için fazlasıyla kışkırtıcıdır.

Ebubekir Sifil
Milli Gazete
22- /14/2006