Zehirli | Konular | Kitaplar

İSLÂM VE KÖLELİK

Müslüman olmayanlar tarafından İslâm’a eleştiri yöneltenler olabilir. Kimilerinin eleştirisi cehaletten kaynaklanır. Kimilerininki ise gayz halidir. Hazmedemeyişten, hınçtan kaynaklanır. Fakat daha ilginç olanı ise müslümanım diyen bazılarının onlara destek vermeleridir. Bu ise, izahında zorlandığımız, bir müslümana asla yakıştıramadığımız bir tavırdır. Bu tavra konu olan hususlardan biri de kölelik meselesidir.

Batı kaynaklı “insan hakları” kavramının evrensel ölçekte hukukun temeline yerleştirildiği günümüzde İslâm’a yöneltilen belli başlı eleştirilerden birini de kölelik meselesi oluşturuyor. Gerçi işbu “insan hakları” kavramına bizatihi Batılılar’ın ne kadar riayet ettiği, özellikle 11 Eylül sonrasında hayli tartışılır hale gelmiş bulunuyor; bu bir vakıa. Ancak başlangıçta Batılılar tarafından dillendirilen, akabinde Batıcılar (Modernist Müslümanlar) tarafından sürdürülen iddiaların, gerçeği ne ölçüde yansıttığını da bilmek durumundayız.

Esas meseleye geçmeden önce “usül” hakkında temel bir tesbit yapmamız gerekiyor. Batılılar tarafından (çok eşlilik, kadının konumu, faiz yasağı, bazı cezaî müeyyideler... vb. konularda) İslâm’a yöneltilen eleştiriler hakkında bazı müslümanların şu iki tavırdan birini takındığı görülüyor:

1. Özür dilemeci (tarihselci) tavır.

2. Görmezden gelici tavır.

Bu tavırlardan ilkini benimseyenlere hakim olan psikolojiyi şöyle ifade edebiliriz:

“Bu tenkitler son derece yerindedir. Dile getirilen hususlar geçmişte işlenmiştir. Ancak bizim İslâm anlayışımız atalarımızınki gibi değil. Geçmişte İslâm yanlış anlaşılmış ve yanlış yaşanmıştır. Belki geçmişin şartları öyle gerektirdiği için bazı hususlarda bugün kabul edilemeyecek bir tutum sergilenmiştir ve o şartlarda bu normal olabilir. Ancak katılmadığımız yorumlara dayalı bu uygulama ve anlayışlar günümüzde asla benimsenemez, onaylanamaz ve savunulamaz. Biz, atalarımızın geçmişte işlediği bu hatalardan uzağız ve onlar adına dünyadan (Batılılar’dan) özür dileriz.”

İkinci grupta yer alanlar ise zikredilen hususlara, gündeme getirilmesi doğru olmayan birer “ar vesilesi” olarak bakıyor. Bunlara göre:

“Evet, geçmişte bu gibi hükümler benimsenmiş ve icra edilmiştir; İslâm’ın emri ve hükmü de budur. Ancak bunları bugün savunabilecek durumda değiliz. Zira dünya değişti, insanların anlayışı farklılaştı. En iyisi bu türlü meseleleri hiç gündeme getirmemek.”

Kanaatimiz odur ki, her iki anlayış da Yüce Rabbimiz’in “Alîm” ve “Hakîm” ism-i şerifleri konusundaki idrak ve yakîn eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Allah Tealâ’nın, olmuş, olan ve olacak her şeyi bütün ayrıntılarıyla bilmesi ve her işinde yüce şanına yaraşır binbir hikmet bulunması, bu iki ism-i şerifin ihata alanı hakkında söylenebilecek en özet sözlerdir.

Madem ki “Alîm” ve “Hakîm” isimlerinin sahibi Allah Tealâ bu hükümlerin, gönderdiği son dinin çerçevesi içinde kıyamete kadar baki kalmasını murad etmiştir; öyleyse bu hükümlerin hikmetleri üzerinde, çağın hakim değer yargılarının ve menfi propagandaların etkisinden sıyrılarak düşünmenin yollarını bulmak zorundayız.

“İslâm ve Kölelik” başlığı altında yapılan menfi propagandaların kıymet-i harbiyesi konusunda da tavrımız bu olmalıdır.

İddia şudur:

“Müslümanlar savaşta erkek, kadın ve çocukları köle olarak alır. Onlar üzerinde bir ‘mal’ gibi dilediği biçimde tasarrufta bulunur; alır, satar. Kadınların cinselliklerinden dilediği gibi istifade eder. Bugün ellerine fırsat geçse Ortaçağ’ın bu ‘insanlık dışı’ uygulamasını tekrar gündeme sokarlar. Müslümanlar için ‘köle avlamak’ hem bir hak, hem de bir vazifedir...”

Bir kısım Batılılar meseleyi böyle ortaya koyarken Batı’yı kıble edinen sözümona bir kısım müslüman aydınlar da, kölelik uygulaması hakkında yukarıda belirttiğimiz şekillerde davranmayı tercih eder.

Köleliğin tarihi

Kur’an, Hz. Yusuf a.s.’ın, kardeşleri tarafından kıskançlık sebebiyle kuyuya atıldıktan sonra, oradan geçen kervancılar tarafından kuyudan çıkarıldığını ve Mısır’a götürülerek satıldığını haber vermektedir. (Yusuf, 20-21) Hz. Yusuf a.s.’ın milattan binlerce yıl önce yaşadığı düşünüldüğünde kölelik uygulamasının tarihinin ne kadar eski olduğu daha rahat anlaşılacaktır.

Kölelik sadece Ortadoğu denen coğrafyada değil, dünyanın hemen her tarafında binlerce yıl yaşatılmış bir uygulamadır. Antik Yunan ve Roma kaynaklarını inceleyenler, kölelikle ilgili birçok belgeye rastlayacaklardır. (Doç. Dr. Hasan Malay, Çağlar Boyu Kölelik, 14, vd.)

Aynı şekilde kadim Hint ve Çin uygarlıklarında, Sümerler’de, Akatlar’da, Babil ve Asur medeniyetlerinde de kölelikle ilgili kurum ve uygulamalar mevcuttur. (Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, Osmanlı’da Harem, 77, vd.)

Öyleyse şu husus kesin bir şekilde belirtilmelidir ki, kölelik İslâm’ın ortaya çıkardığı ve vücut verdiği bir kurum değildir. Kur’an’ın inzal buyurulduğu dönemde kölelik yaygın bir şekilde fiilen mevcuttu. Aşağıda da belirteceğimiz gibi, İslâm kölelikle ilgili son derece önemli çerçeveler getirmiş, köleliğin kaynaklarını sınırlandırmış ve kölelik hukukunu hiçbir tarih ve coğrafyada görülmemiş bir mükemmellikte düzenlemiştir.

Köleleştirme yolları

Gerek İslâm öncesinde, gerekse İslâm geldikten sonra İslâm coğrafyası dışındaki yerlerde insanların köleleştirilmesinin birkaç yolu vardı:

1. Savaşlar: Biraz sonra değineceğimiz gibi İslâm nazarında köleliğin tek meşru kaynağı savaştır. Buna mukabil köle edinmek, İslâm öncesinde ve hatta İslâm geldiği zamanlarda doğulu ve batılı pek çok toplumda savaşın belli başlı amaçlarından birisini oluşturuyordu.

Romalı ünlü hatip ve devlet adamı Çiçero, bir arkadaşına yazdığı mektupta şöyle diyordu: “Britanya seferinin sonuçları sabırsızlıkla bekleniyor... Ama şimdi anlaşılıyor ki, adada gümüş madeni olduğuna ilişkin herhangi bir belirti yok. Bu durumda tek umudumuz bolca köle toplamak...” (Malay, a.g.e., 19)

2. Korsanlık/Haydutluk: Köle ticaretinin bizzat devletler tarafından son derece kârlı bir iş olarak yapılmasından cesaret alan korsan ve haydutlar, tarih boyunca diş geçirebildikleri yerlere saldırmış, malları talan etmiş, insanları da köleleştirerek pazarlarda “köle tüccarı” edasıyla satmışlardır. Hatta başkalarına ait köleleri çalıp sattıkları da sık rastlanan olaylardandır. Tırnak içine aldığımız “köle tüccarı” ifadesi bile, köle alım-satımının müstakil bir ticari sektör oluşturduğunu anlatmak için tek başına yeterlidir.

3. Mahkeme kararları: Özellikle Roma İmparatorluğu döneminde hırsızlık, soygunculuk, kutsal değerlere saygısızlık, kundakçılık, sahtekârlık... gibi suçlar mahkeme tarafından köleleştirilme ile cezalandırılabiliyordu. Ancak bu cezaya çarptırılanların diğer kölelerden bir farkı vardı: Onların çocukları özgürlüklerini koruyordu.

4. Terk edilen ya da köle olarak satılan çocuklar: Roma kanunları, herhangi bir sebeple istenmeyen çocukların satılmasına veya terk edilmesine izin veriyordu. Bu çocuklara “expositi” deniyordu. Bu çocukları satın alanlar, onları büyüttükten sonra istedikleri gibi köle olarak kullanıyordu. Her ne kadar prensip olarak bu çocukların, özgür ana-babadan doğduklarını ispatlamaları halinde özgürlüklerine kavuşma hakları var idiyse de, bunun her zaman ve herkes için kolay bir iş olmayacağı açıktır.

5. Borç: Eski Yunan’da borcunu ödeyemeyen kimselerin, alacaklıları tarafından köleleştirilmesi söz konusuydu. Aristoteles bu konuda şöyle demiştir: “... Bu olaylardan (Kylon suikastinden) sonra, asillerle yoksul kitleler arasında uzun bir çatışma dönemi yaşandı. Bunun nedeni, devletin (birkaç kişinin elinde olması anlamına gelen) oligarşik bir yapıya sahip oluşuydu. Bu sistemde fakirler, eşleri ve çocuklarıyla birlikte zenginlerin kölesiydiler. (...) Altıdabir, fakir çiftçilerin toprak sahiplerine ödediği kirayı simgelemekteydi. Tüm ülke ancak birkaç kişiye aitti. Eğer kirayı ödeyemezlerse çocuklarıyla birlikte başkalarına satılıyorlardı...” (Malay, a.g.e., 37)

6. Feodal sistem: Özellikle Avrupa’da yüzyıllar boyunca uygulanmış olan feodalite, insanların “yarı köle” statüsünde tutulduğu, “gönüllü kölelik” olarak isimlendirilebilecek bir sistemin adıdır. Bu sistemde güçsüzler, gerek devletin, gerekse başka güç sahiplerinin (büyükten küçüğe doğru sırasıyla senyör, baron, dük, kont, şövalye...) baskısından korunup güven içinde yaşamak için birisine bağlanmak, daha doğrusu “bağımlı” olarak yaşamak zorundaydı. Her zaman için ve her seviyede daha az güçlü olanın daha çok güçlü olana bağımlı bulunmak zorunda kaldığı bu sistemde, çiftçilerden senyörlere kadar her kesim bir üsttekine bağımlı idi. Bu yapının en tepesinde ise krallar vardı. (Marc Bloch, Feodal Toplum, 185, vd.)

İslâm köleliği niçin kaldırmadı?

Yukarıdan beri resmetmeye çalıştığımız manzaranın toplumsal, ekonomik ve kültürel hayata hakim olduğu bir dönemde İslâm’ın köleliği tamamen yasaklayıcı bir hüküm getirmediğini görüyoruz. Bu noktada İslâm’ın toptan kaldırdığı -mesela “faiz” gibi- cahilî uygulamalar cümlesinden olarak niçin köleliğe de son vermediği sorusunun cevabı üzerinde biraz düşünelim.

Her şeyden önce mevcut uygulama, İslâm’ın, kaynaklarını teke indirdiği kölelik kurumunu kökten kaldırmasına engel teşkil etmiştir. Şöyle ki:

Savaş sonucu esir alınan düşman hakkında şu uygulamalardan birisi veya birkaçı hayata geçirilebilir:

1. Öldürmek.
2. Karşılıksız serbest bırakmak.
3. Belli bir karşılık alarak serbest bırakmak.
4. Hapse atmak.
5. Köleleştirmek.

Bu uygulamalardan her birinin, zamana, yere ve duruma göre avantajları ve dezavantajları bulunduğunu söyleyebiliriz. Makul ve meşru bir sebep yokken bunların birisini dayatmak ve zorunlu görmek mümkün ve doğru değildir. Bununla birlikte, tek başına alındığında bu uygulamaların dezavantajlarını şöyle belirleyebiliriz:

Bu şıklardan ilki, yerine göre onbinlerce insanın öldürülmesi demek olacağından, bir anlamda “katliam” demektir. Ayrıca böyle yapıldığında, esirler arasında bulunabilecek ve mesleği, sanatı, kabiliyeti ve tecrübesiyle çeşitli alanlarda insanlığa faydalı olabilecek kimselerin üreteceği değerlerden insanlığın mahrum bırakılması söz konusu olacaktır.

İkinci seçenek hayata geçirildiğinde düşmanın güçlenmesine katkıda bulunulmuş olacak, böylece görünüşte zaferle sonuçlanmış olsa da, yapılan savaş gerçek anlamda maksadına ulaşmış olmayacaktır. Zira hem İslâm devleti savaş sebebiyle uğradığı maddi-manevi zararları yine kendisi üstlenmek zorunda kalacak, hem de düşmana savaşarak tecrübe sahibi olmuş askerler hediye etmekle kendi geleceğini riske atmış olacaktır.

Üçüncü seçeneğe gelince, belli bir vergiye bağlamak, karşılıklı esir mübadelesi (değişimi) gibi tercihe şayan durumlar olabileceği gibi, bunların söz konusu olmadığı durumlar da olabilir. Genellikle mağlup tarafın zaten elinde mübadele edecek esir olmaz veya fidye verip esirleri kurtaracak maddi gücü bulunmaz. Bu durumda bu çözüm şekli de tıkanmaktadır.

Dördüncü seçenek, esirlerin ömür boyu devletin kesesinden bakılıp beslenmeleri anlamına gelir. Üstelik bunun karşılığında ne İslâm devleti, ne de esirler bakımından elde edilecek hiçbir fayda da söz konusu değildir.

Bu seçeneklerin birinin veya tamamının savaştan beklenen sonucu yeterince sağlayamaması veya şartların gerektirmesi durumunda köleleştirme uygulaması devreye girer. Ancak burada İslâm’ın köleliğe bakışı ve müslümanların köleleriyle ilişkilerini ayrı bir başlık altında ele almak gerekmektedir. Bunun için de önce gayrimüslimlerin köle anlayışını ve kölelere reva gördüğü muamelelere göz atmamız gerekir.

Bir sonraki yazımızda bu başlıklar altında konuya devam edip, Batılılar karşısında ezilip-büzülmenin, suçlu gibi davranmanın ne büyük bir cehalet olduğunu ele alacağız.

İSLÂM VE KÖLELİK-2

Kur’an ve Sünnet’in şekillendirdiği islâmî hayat içinde, kölelerin yetenek ve gayretleri ile mütenasip olarak en yüksek toplumsal statüyü elde etmeleri için hiçbir engel mevcut olmamıştır. Özellikle İslâm’ın ilk asırlarında ilim ve zühd hayatında öne çıkan isimlerin birçoğunu köle asıllı insanların teşkil etmesinin tek açıklaması elbette budur.

“İslâm ve Kölelik” başlıklı, Ağustos sayısında ele aldığımız yazıda, kölelik konusunda İslâm’a yönelik eleştirilere özür dileyici bir tavırla karşılık veren müslümanların yapmakta olduğu hataya işaret edilmiş; köleliğin kısa bir tarihi verilerek İslâm’ın köleliği neden kaldırmadığı konusuna giriş yapılmıştı. Ancak konunun tam olarak anlaşılabilmesi için gayrimüslimlerin ve müslümanların köleliğe bakışı ve köleleriyle ilişkilerinin bir mukayesesine ihtiyaç duyulmuştu. Bu yazıda konu bu yönüyle ele alınarak tamamlanacaktır.

Fransa’da kölelik

Batılılar’ın Ortaçağ’ında Fransa’da yürürlükte olan “Loi Salique” kanunu, özgür vatandaşlarla köleler arasına ciddi engeller koymuştu. Bu iki sınıf arasında evlilik kesinlikle mümkün değildir. Hür birisi köle bir kadınla evlenmeye kalktığında kendisi de köle statüsüne geçiyordu.

Daha sonraki dönemlerde Fransa’da köleler hakkında “Karalar Kanunu” yürürlüğe kondu. Buna göre efendisine karşı en küçük bir kabahat işleyen, koşulduğu ağır işlerden bezip kaçmaya kalkan yahut cüz’î bir şey çalmak suretiyle hırsızlık yapan kölelere, kulaklarını kesmek ve vücutlarını dağlamaktan idama kadar giden cezalar verilebiliyordu.

İngiltere’de kölelik

Tıpkı Fransa gibi İngiltere’de de bir “Karalar Kanunu” vardı. Bizzat İngiltere kraliçesi Elizabeth köle ticareti yapıyordu. Bir seferinde 47 binden fazla köleyi Afrika’dan gemilerle getirtmişti. Kaçak kölelere verilen cezalar İngiltere’de de tıpkı Fransa’da olduğu gibiydi.

Bundan daha önemlisi, “Sanayi Devrimi”nin başka herhangi bir ülkede değil, ilk defa İngiltere’de gerçekleşmesinin temel saiklerinden birisini köle ticaretinin teşkil ettiği gerçeğidir. Söz gelimi İngiltere’nin Liverpool limanında 1730 yılında 15 kayıtlı “köle gemisi” varken, bu rakam 1792’de 132’ye çıkmıştı.

1807 yılında köle ticaretini görünüşte yasaklayan İngilizler, “ekonomi ancak kölelerin sırtında gelişir” anlayışıyla bu tarihten sonra da köle ticaretine devam ettiler. Üstelik yasaklananın “kölelik” değil, “köle ticareti” olduğuna dikkat edilmelidir.

Amerika’da kölelik

400 yıl içinde 50 milyon civarında Kızılderili katletmek suretiyle tarihin belki de en büyük soykırım suçunu işleyen Amerikalılar, işlerini gördürebilmek için kölelere ihtiyaç duydular ve Afrika’dan köle sevkiyatına başladılar. Özel olarak bu iş için tasarlanmış gemilerle milyonlarca insan köleleştirilerek Amerika’ya taşınmıştır. Sadece nakliye esnasında yolda hayatını kaybeden insan sayısının 20 milyon civarında olduğu tahmin edilmektedir. Amerika’ya salimen ulaşabilenlerin sayısı hakkında 10 ilâ 30 milyon arasında rakamlar telaffuz edilmektedir. Sylviane Diouf’un verdiği bilgiye göre bunlar arasında 3-4 milyon kadar müslüman vardır. (Amerika’da Köle Müslümanlar/Servants of Allah)

Özetle Amerika’da ve Avrupa’da insanların hiçbir hak-hukuk söz konusu olmaksızın en acımasız muamelelere tabi tutulduğu kölelik sistemi, para kazandırdığı ve kârlı bir ticaret alanı oluşturduğu sürece devam etti. Ne zaman ki üretimde makineleşmeye gidilmeye başlandı; köle bulundurmanın ve çalıştırmanın cazibesi kaybolmaya yüz tuttu. Köle de nihayet bir insandı; ihtiyaçları vardı, ailesi vardı, sağlık durumu bozulabiliyordu. En iyimser durumda yaşlanıyor ve üretemez hale gelince toplumun sırtına “yük” olarak kalıyordu. Oysa makineler öyle değildi. Makine kullanarak hem daha ucuz maliyetlerle, hem de daha kısa zamanda daha fazla üretim yapmak mümkündü.

Fernand Braudel açıkça söylüyor: “Lafı gevelemeden, Avrupalılar tarafından yapılan zenci köle ticaretinin, Amerika’nın artık bu kölelere acil ihtiyacının kalmadığı bir sırada sona erdiğini kabul edelim.”

İnsaflı gayrimüslimler

İslâm’da meşru savaş sonucunda düşmandan ele geçirilen esirlere nasıl muamele edileceği, devlet başkanının yetkisine bırakılmıştır. Köleleştirme, yukarıda saydığımız seçeneklerden birisidir. Ancak İslâm’ın köleliğe bakışı ile Batılı devletlerin köle anlayışı arasında isim benzerliği dışında neredeyse hiçbir ilişki yoktur.

Endonezya ve Cava’da 17 yıl devlet görevlisi olarak çalışmış, bir ara müslüman ismi alarak Mekke ve Medine’ye de giderek bir süre kalmış bulunan ünlü Hollandalı müsteşrik (İslâm bilimcisi) Snouck Hurgronje, Haremeyn izlenimlerini bilahare kayda geçirdiği eserinde şöyle diyor: “Avrupalılar, İslâm’da esaret (kölelik) hakkında Amerika ile şarktaki (doğudaki) şartları birbirine karıştırmaktan dolayı hatalı hükümler vermişlerdir. Bundan dolayı İngilizler’in esir (köle) ticaretini men için koydukları nizamlar hakkındaki sitayişler (övgüler) pek yerinde değildir. (...) Bugünkü şartlar içinde onlar için esir (köle) olmak bir saadettir. Denemek için kendilerine, benimle birlikte yurtlarına dönmelerini teklif ettiğim esirlerin (kölelerin) hemen hepsi, bu teklifimi, ancak kendilerini tekrar Mekke’ye getirmem şartı ile kabul ediyorlardı. (İslâm Ansiklopedisi, MEB, 1/113.)

Bir başka müsteşrik de şunları söyler: “Arabistan’da esirlerin (kölelerin) vaziyeti daima tahammül edilemeyecek gibi değildir ve kendisi ekseriyetle mes’uttur. (...) Arabistan yaylalarında -ki oralarda yalnız hali vakti yerinde olanlar esir (köle) sahibidir- hayır sahipleri azatlı köle ve cariyeler evlendirir ve kendi mallarından onlara ya deve veya hurma ağacı gibi şeyler verirler. Bu Afrikalıların gönüllerinde esir (köle) edildiklerinden dolayı hiçbir kin yoktur. (...) Allah onlara felaketlerinde lütfetmiştir. Onlar, “Bu, Allah’ın lütfudur.” diyebilirler. (...) Esirlerin yeni vatanları onlara eskisinden daha güzel görünür. Orada onlar Allah’ın hür kullarıdır. Orası onlar için daha yüksek bir medeniyet diyarıdır. Bu cihetle, esarete düştüklerinden dolayı Allah’a şükrederler.” (İslâm Ansiklopedisi, MEB, 1/114)

Bunlar, dürüst gayrimüslimlerin İslâm diyarındaki kölelerin durumu hakkında pek çok benzerleri arasından seçtiğimiz örneklerdir ve gerçeği yansıtmaktadırlar. Gustave Le Bon’un Arapça’ya Temeddünü’l-Arab adıyla çevrilen eserinde konuyla ilgili pek çok ibretamiz belge ve bilgi mevcuttur.

Kur’an ve Sünnet’te Köleler

İslâm coğrafyasında köleliğin, Batılı insanın hayvanlarla aynı seviyede, hatta daha aşağı gördüğü “zincirli yaratık” ile hiçbir ilgisinin bulunmaması son derece normaldir. Zira her şeyden önce bizim insan anlayışımız buna uygun değildir.

Mesela Kur’an’da kölelere nasıl muamele edileceği konusunda şöyle buyurulur: “Allah’a kulluk edin, O’na bir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya, yakınlara, yetimlere, düşkünlere, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya ve elinizin altında bulunan kimselere (köle, cariye, hizmetçi ve benzerlerine) iyilik edin.” (Nisa, 36)

Kur’an’ın vaz ettiği bu temel düstur, Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in davranış, beyan ve talimatlarında somutlaşmış, müslümanın insan anlayışının pratik yansımasını oluşturmuştur. İlk eşi Hz. Hatice r.anha validemizin satın alarak Efendimiz s.a.v.’e hediye ettiği -aynı zamanda ilk müslümanlardan olan- Hz. Zeyd r.a, izini bulup kendisini “kurtarmak” için Mekke’ye gelen babasının eve dönme teklifini tereddütsüz reddetmişti. Şüphesiz onun bu davranışının biricik sebebi Efendimiz s.a.v.’in kölelere nasıl davranılması gerektiğini fiilî olarak ortaya koyan örnek davranışı olmuştur.

Köle sahiplerine, kendi yediklerinden kölelerine de yedirmelerini ve kendi giydiklerinden kölelerine de giydirmelerini, kölelere güçlerinin üstünde iş yüklememelerini emir ve tavsiye buyuran (Buharî) Efendimiz s.a.v., böylece aslında efendi-köle ayrımını fiilen ortadan kaldırmış oluyordu.

Yine Efendimiz s.a.v., kölesine kötü davranan kimsenin Cennet’e giremeyeceğini haber vermiş (İbn Mâce), sahibi tarafından dövülen kölenin, bu davranışın kefareti olarak serbest bırakılacağını belirtmiştir. (Ebu Davud)

Burada örnek olarak zikrettiğimiz ayet ve hadislerin oluşturduğu anlayışın İslâm toplumunda kölelere sağladığı konum, aslında bir anlamda “evlatlık” statüsüdür. Bunun lafta kalmayıp, hayata en canlı ve somut biçimde yansıdığını, yukarıda örnek kabilinden gözlemlerini aktardığımız insaflı gayrimüslimlerin şahitliği de tescil etmektedir. İslâm toplumunda köle sahibi olmak kişinin maddi-manevi sorumluluğunu artıran bir husus olduğu için Ahmet Cevdet Paşa’nın nefis tabiriyle “Müslümanlıkta köle almak, köle olmaktır.” (Tecrid-i Sarih Tercümesi, 7/466) Bu söz, Batı’daki kölelik ile İslâm’daki kölelik arasında bulunan muazzam farkı son derece çarpıcı biçimde ifade etmektedir.

Kur’an ve Sünnet’in şekillendirdiği islâmî hayat içinde kölelerin, yetenek ve gayretleri ile mütenasip olarak en yüksek toplumsal statüyü elde etmeleri için hiçbir engel mevcut olmamıştır. Özellikle İslâm’ın ilk asırlarında ilim ve zühd hayatında öne çıkan isimlerin birçoğunu (hatta yerine göre “çoğunluğunu”) köle asıllı insanların teşkil etmesinin tek açıklaması elbette budur. Tarih, Rical ve Tabakât kitapları bu türden pek çok örnekle dolu olduğundan, bu noktanın ayrıca örneklendirilmeye ihtiyacı yoktur.

İslâm Fıkhı’nda kölelik

Yukarıdan beri yaptığımız açıklamalardan da anlaşılacağı üzere İslâm’ın, geldiği dönemde bütün dünya tarafından uygulamada tutulan bir kurumu tek taraflı ilga etmek suretiyle kendi geleceğini tehlikeye atmasını beklemek safdillik olur. En azından “mütekabiliyet (karşılıklılık) ilkesi” gereği, muhatapları tarafından yürürlükte tutulduğu sürece İslâm da kölelik kurumunu yürürlükte tutma hakkını müslümanlara tanımaktadır.

Ancak yine de köleliğin meşru savaş dışındaki kaynaklarını kurutmak suretiyle bu kurumun sınırlı bir yaşama zemininde tutulmasını sağlamış bulunan İslâm Fıkhı’nda, kölelerin özgürlüklerine kavuşturulmasının önünü açan pek çok hükmün mevcudiyeti de bir vakıadır. Konuyla ilgili hükümleri şöyle özetleyebiliriz:

1. Köleler, sahipleriyle “kitabet” anlaşması yaparak belli bir ücret mukabilinde özgürlüklerini satın alabilirler.

2. Ramazan orucunu cinsel ilişkiyle bozma, yeminini bozma gibi birçok durumda kefaret olarak kölesi bulunanların köle azad etmesinin öngörülmesi.

3. Sahibinden çocuk doğuran (Ümmü’l-veled) cariyenin doğurduğu çocuğun hür kabul edilmesi; annesinin satılmasının yasaklanması. Ümmü’l-veled cariyeler, çocuğunu doğurdukları sahipleri vefat edince hürriyetlerine kavuşurlar.

4. Zekât fonundan, kölelerin özgürlüğüne kavuşturulması için özel bir ödenek ayrılması. (Muhammed Takî el-Osmânî, Tekmiletu Fethi’l-Mülhim, 1/262 vd.)

Bunlar ve daha birçok hüküm hem kölelik kurumunun zeminini alabildiğine daraltmakta, hem de kölelere özgürlüğün kapılarını tarihin hiçbir devrinde ve hiçbir millette görülmeyen oranda açmaktadır.

Esirlerin köleleştirilmesi, İslâm Fıkhı tarafından farz veya vacip gibi “gereklilik/zorunluluk” bildiren bir hüküm olmayıp, diğer seçenekler yanında ve onlar gibi sadece “mübah”tır. Günümüzde olduğu gibi kölelik kurumu dünyada ortadan kaldırıldıktan sonra İslâm’ın bunu tek taraflı olarak uygulaması söz konusu değildir. (el-Osmânî, a.g.e., 1/272)

Şu halde İslâm’da kölelik kurumunun mevcudiyeti konusunda Batılılar ve Batıcılar tarafından dile getirilen hususlar en hafif tabiriyle “iftira”dır ve Yüce Dinimiz bu iftiralardan berîdir.

Kaynak: SEMERKAND DERGİSİ

Ebubekir SİFİL


Konular